Perşembe, Eylül 28, 2006

BİR KADIN GİTTİĞİNDE

KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde,
peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:
Mutfaktaki dolap, perdeler,
kavanozun içindeki eski düğmeler,
özenle saklanmış küçülmüş giysiler,
dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar,
yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz,
değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Hep böyle olur;
bir kadın gittiğinde;
övgüler, uyarılar, yakınmalar,dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki
"Dikkat et..." duyulmaz,
annesi gitmiştir"geç kalma"nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında.
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
bir ağır işçi,
bir temizlikçi,
bir bakıcı,
bir bahçıvan,
Bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.

YORGUNLUK

vhProf. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz,
bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüsağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını ruhsal elektriğinizdeki
kontak atmalarında aramalısınız.
"Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü kullanılabilir
enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz
bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi
beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek,
koşmak,
konuşmak,
duymak,
uyumak, gülmek, kızmak, yazmak
gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji ve canlılık hissi arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının
ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile taş gibi olmayı istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbasının içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç ve birer parmak keyif,
heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız..
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar,
çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı
bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh,
bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde,
korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi,
aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi,
mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye,
dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin yalnızca pasta,
börek,
hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formada bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe,
panik, hiddet, kızgınlık, kabalık,
kin venefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen, bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları çevresel kirlenme gibi algılayın.
Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafakarışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji,
temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin,
beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsileder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...
'Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin.
Bu da geçer deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip
ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
İnsanlar şişirilen kasları,
silinen kırışıklıkları ile genç kalmıyor.
Genç kalmak,
yaşadığıyla övünebilmek,
istediğinde başını alıp gidebilmek,
istediğinde kaldığı yerden ya da sil baştan başlayabilmektir.
Hayata taraf olmaktır.
Hayatı ıskalamamaktır.
Hayatın içinde kalmaktır.
Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır...

YORGUNLUK

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz,
bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüsağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını ruhsal elektriğinizdeki
kontak atmalarında aramalısınız.
"Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü kullanılabilir
enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz
bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi
beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek,
koşmak,
konuşmak,
duymak,
uyumak, gülmek, kızmak, yazmak
gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji ve canlılık hissi arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının
ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile taş gibi olmayı istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbasının içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç ve birer parmak keyif,
heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız..
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar,
çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı
bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh,
bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde,
korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi,
aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi,
mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye,
dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin yalnızca pasta,
börek,
hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formada bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe,
panik, hiddet, kızgınlık, kabalık,
kin venefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen, bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları çevresel kirlenme gibi algılayın.
Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafakarışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji,
temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin,
beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsileder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...
'Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin.
Bu da geçer deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip
ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
İnsanlar şişirilen kasları,
silinen kırışıklıkları ile genç kalmıyor.
Genç kalmak,
yaşadığıyla övünebilmek,
istediğinde başını alıp gidebilmek,
istediğinde kaldığı yerden ya da sil baştan başlayabilmektir.
Hayata taraf olmaktır.
Hayatı ıskalamamaktır.
Hayatın içinde kalmaktır.
Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır...

Cuma, Eylül 22, 2006

BENİM YAŞLARIM

İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor;
açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor.
Azgın bir iştahla öğreniyor.
Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor.
Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda,
sivilcelenen yüzünden,
değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da
büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu,
açıldıkça o odalardan
devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor.
Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini,
şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor.
Aşk acısını öğreniyor.
Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş;
büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.
25'inde ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı,
sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak,
sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
30'unda muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı,
üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar:
"Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları,
"Hakkımı yediler" sızlanmaları,
sırta saplanan hançerler,
çelmeler,
dost kazıkları,
ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan,
evden kaçmadan,
bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan
20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne
yeniden kulak kabartılan yaşlar...
Olgunluğun karasuları...
40'ında eski kotlar dar gelmeye,
saçlara ak düşmeye,
aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor,
erkekleri araba galerilerine;
ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe,
boyalı saçlarla,
içe çekilen karınlarla,
kırmızı arabalarla çare aranıyor.
45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi,
hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet,
böbürlenmenin yerini nedamet,
kinin yerini merhamet alıyor.
"Keşke"ler "iyi ki"lerle,
hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten,
daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de,
öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz,
ara sıra...
Genellenemez tabii;
bunlar benim yaşlarım.
Sonrasını bilmiyorum henüz;
öğrendikçe yazarım.
Can Dündar * * * * * * * * * *

Pazartesi, Eylül 18, 2006

SÜRE Mİ,İÇERİK Mİ?

Acısını yaşamak isteyen bir adam,
kendisine yardım etmesi için
Budist Tapınağındaki bir ustaya gider.
Adam,ustaya sorar:
"Usta,eğer günde dört saat meditasyon yaparsam,
yüksek bilince ulaşmam ne kadar sürer?"
Usta adama bakar e yanıt verir:
"Eğer günde dört saat meditasyon yaparsan,
belki on yılda yüksek bilince olaşabilirsin."
Bundan daha iyi yapabileceğini düşünen adam yine sorar:
"Oh,usta peki günde sekiz saat meditasyon yaparsam,
yüksek bilince ulaşmam ne kadar zaman alır?"
Usta adama bakar ve yanıt verir:
"Eğer günde sekiz saat meditasyon yaparsan,
belki yirmi yılda yüksek bilince ulaşabilirsin."
Adam şaşırır ve sorar:
"Ama daha çok meditsyon yaptığımda,
neden daha uzun zaman alır?"
Usta tebessüm eder:
"Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için gelmedin.
Yaşamak,mutlu olmak ve sevmek için buradasın.
Eğer iki saatlik bir meditasyonda
yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde,
sekiz saat mediyasyon yapmaya kalkarsan
yorgun düşersin,
amacından saparsın ve yaşamdan haz almazsın.
Yapabildiğinin en iyisini yap.
O zaman meditasyonun süresinin değil,
yaşamanın,
sevmenin
ve
mutlu olmanın önemli olduğunu anlarsın."
kaynak:bilinmiyor

Pazartesi, Eylül 11, 2006

BİR SAATLİK DOST


Eden KendineEder
Hızlı bir çalışma temposunun ardından
saatin 5 olduğunu
kat nöbetini devretmeye gelen
hemşire arkadaşlar sayesinde farketmiştik.
Yoğun bir gündü.
Çocuk servisleri
hastanelerin en yoğun ve gürültülü servisleridir.
Artık günün yoğunluğu geçmiş
servis sessiz bir hal almıştı.
Akşam tedavilerini bitirmiş,
ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım.
Çünkü günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye
kendi kendime düşünüyordum.
Kep dağılmış,saç baş karışmış,
yorgun,bitkin bir haldeydim
tedavi odasından çıktığımda.
Aynada kendimi tanıyamadım.
Ofise geldiğimde
hemşire odasının telefonu çalıyordu.
Oturduğum yerden
büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim;
karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu,
içlerinde çocukların da bulunduğunu,
damar bulamadıklarından dolayı
acile yardıma gelmemi söylüyordu.
Tüm yorgunluğumu unutmuş
hızla acil servise yönelmiştim ki
diğer telefonda nöbetçi hekimin
cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum.
Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:
"Ne yapalım?
Bırakalım ölsün mü bu insanlar?
Gelmek zorundasınız!
Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez!
Nöbet değiştirseydiniz!
Siz Hipokrat Yemini etmediniz mi?"
Konuşma böyle sürüp giderken
gelen asansöre binip koşarak acil servise gittim.
Her yer kan revan içindeydi;
ağlayan,koşuşturan,
yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı.
Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum
ama herkes elinden gelen gayreti gösteriyordu.
Acil serviste yatak kalmamış,
sedyelere insanlar yatırılıp
ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor,
yetersiz kalan personel yerine
hastaları yukarı sevk edilen servise kendi aileleri çıkartıyordu.
Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan
ama durumu da oldukça ağır
15-17 yaş arası bir genç vardı,
gerekli müdahahlesi yapılmış
fakat sevk edildiği beyin cerrahı hekimi
henüz görev yerine gelmediği için
orada bekletiliyordu.
Kendime ait serum ve tedvileri uyguladıktan sonra
o çocuğun başına gidip konuşmaya başladım,
konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu.
Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor
ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum.
Onu orada yalnız bırakamıyordum.
Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış,
tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı.
Genç iyice kötü olmuştu,
ellerimi sımsıkı tutuyordu.
Bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe
kendimi ben de tutamaz hale gelmiştim,
eğildim yanaklarından öptüm.
"Bırakmayacağım seni,
sakin ol,üzülme sakın."diyordum.
Hiç tanımadığım,
daha önce hiç görmediğim bir insana
anlatılmazabir yakınlık hissediyor,
sanki onun acısının aynısını çekiyordum.
Çok acı çekiyordu,
hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından.
Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum.
O artık aramızda değildi,
bu dünyayı terk etmişti
ve ben gelmeyen doktoru suçluyor,
içimden lanetler yağdırıyordum.
Derken beyin cerrhı hekimi gelmişti,
Hastanın
daha doğrusu artık ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi.
Çarşafı kaldırdığımda
doktorun hiçbirşey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum;
yemekli bir davetten gelmişti,
acaba çok mu sarhoştu
ya da kalp krizi mi geçiriyordu diye düşünürken
diğer hekim arkadaşlar olaya müdahale etmişlerdi bile.
Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor
ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki!
O an oğlunun acısıyla felç geçirmiş
ve görevine yeniden dönememişti.
Seni yeniden andım Kerem,
ruhun şad olsun,
hayattaki bir saatlik dost.
Bana yıllardır,
yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost!
kaynak:bilinmiyor

Pazar, Eylül 10, 2006

EVE YÜRÜYÜŞ


İspanya'nın güneyinde,
Estopana adlı küçük bir kasabada büyüdüm.
18 yaşındayken bir sabah babam benden,
kendisini arabayla
30 kilometre uzaklıktaki bir tamirhaneye
götürüp bırakmam gerekiyordu.
Araba kullanmayı yeni öğrenmiştim
ve
kullanmak için pek fırsat çıkmıyordu.
Onun için hemen kabul ettim.
Babamı köye götürdüm
ve
öğleden sonra 4'te almaya söz verdim.
Sonra arabayı tamirhaneye bıraktım.
Bir kaç saat zamanım vardı.
Fakat bu işten o kadar keyif aldım ki
bir iki derken ipin ucu kaçtı.
Son filmi izledikten sonra saate baktığımda
saatin altı olduğunu gördüm.
İki saat geç kalmıştım.
Film izlediğimi bilse babamın kızacağını biliyordum.
Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi.
Ona tamirhanede arabanın işinin uzun sürdüğünü
söylemeye karar verdim.
Buluşacağımız yere vardığımda
babamın köşede oturduğunu gördüm.
Geç kaldığım için özür diledikten sonra,
arabanın işinin uzun sürdüğünü söyledim.
Bunun üzerine bana nasıl baktığını anlatamam.
Babam
"Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm,Jason."
dedi.
"Ne demek istiyorsun baba?Gerçeği söylüyorum."
diye yanıt verdim.
Babam bana tekrar baktı.
"Sen geç kalınca tamirhaneyi aradım
ve bir sorun olup olmadığını sordum.
Bana henüz senin arabayı almaya gelmediğini söylediler.
Yani arabayla ilgili bir sorun olmadığını biliyorum."
Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım
ve babama gerçeği itiraf ettim.
Babam beni üzgün bir biçimde dinledikten sonra:
"Kızgınım ama sana değil,kendime.
Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan,
demek ki ben iyi bir baba olamamışım.
Kendi babasına bile yalan söyleyen bir çocuk yetiştirmişim.
Eve yürüyerek dönecek ve neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim."
dedi.
Babama:
"Ama baba ,ev 30 kilometre uzakta
ve hava karardı.
O kadar yolu yürüyemezsin."
diyerek karşı çıktım.
Babam ne özür dilemelerim,
ne itirazlarıma kulak asmadı.
Onu hayal kırıklığına uğratmıştım
ve yaşamımın en acı veren derslerinden birini almak üzereydim.
Babam tozlu yollarda yürümeye başladı.
Ben de onun arkasından arabayla izliyor,
durmadan özür diliyordum.
Sürekli olarak arabaya binmesini rica ediyordum.
Ama beni duymazdan geliyor
ve sessiz,düşünceli,üzgün bir biçimde
yürümeye devam ediyordu.
Babamı 30 kilometre hızla takip ettim.
Babamın hem fiziksel,
hem de duygusal olarak bu denli acı çekmesine
tanık ve sebep olmak
yaşamımın en üzücü ve acı veren deneyimi olmuştur.
Ancak aynı zamanda en büyük yaşam dersini de
bu olaydan aldığımı söylemeliyim.
O zamandan bu yana hiç yalan söylemedim.
kaynak:Jason Bocarro
BASİT BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ,
ANCAK SANIYORUM HEPİMİZE
ALMAMIZ GEREKEN DERSLER VAR.
HERŞEYİN YALAN,DOLAN,
SAHTECİLİK VE İNSANLARI KANDIRMA,
ÇOK KISA SÜREDE,
HİÇ ÇALIŞMADAN
KÖŞE DÖNMEK ÜZERİNE KURULU OLDUĞU
BU FANİ DÜNYADA
GERÇEKTEN DOĞRU,
DÜRÜST VE GÜVENİLİR ARKADAŞLAR,
DOSTLAR BULMAK
NE KADAR ZORLAŞTI FARKINDA MISINIZ?

Salı, Eylül 05, 2006

DUA

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER
Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin..
Vatanınızı terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..
BANA DA DUA EDİN.

DUA

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER
Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin..
Vatanınızı terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..
BANA DA DUA EDİN.

HAYATA DOKUNMAK


İnsan yaşamı boyunca anlamamıştır belki,
küçük bir dokunuşun değerini.
Ne yazıya dökülen sözcükler,
ne ağızdan çıkan bir iki kelime,
hiçbiri kafi gelmez küçük bir srılışı tarif etmeye.
Bir yemek tarifi gibi ölçülerini veremezsiniz
bardakla,kaşıkla
ya da terziye verdiğiniz gibi santim santim,metre metre
hesap veremezsiniz.
Hayat daha birşey hissetmemişken,
ilk onunla başlar.
Tanımadığınız birinin elleri arasında buluverirsiniz kendinizi,
bu sizin için ilk temastır.
Belki de daha önce;
tekmelerinizi duymak için,
ilk dokunuşu yaşatmıştır başka biri kimbilir?
Doğum sancılarının yorgunluğuyla,
yatağa yığılıp kalmış olan anneniz
size ilk dokunuşuyla unutmuştur tüm acılarını..
Çocukken,sanki kulaklarımız duymaz,
gözlerimiz görmek istemez.
Dokunmadan bilemez küçük aklımız
sobanın acı veren sıcaklığını.
Yarar,yaramaz ortalıkta koşuşturup,
büyük bir gürültüyle odanın camını indirdiğimizde,
küçük bir cam parçasının delice dokunuşu hatırlatır bize,
camın ne kadar keskin olduğunu.
Derinin içine iyice işlemeden anlamayız
anneannemizin cam kenarına koyduğu kaktüsün bize ettiğini.
Büyüklerimizden gördüğümüz gibi
iki parmağımızı birbirine sürterek
şıklatma işinde de zorlanmıştır bazılarımız.
Mavi beyaz gökyüzü,
yemyeşil çayırlar,masmavi deniz
kendilerine öylece bakılmasını sevmez,
belki de onlar da hep dokunulmak isterler.
Yosun kokularını doyasıya içimize çekmeniz,
bıkıp usanmadan dalga seslerini dinlemeniz kafi gelmez.
Bir dokunuş olmadan sanatta olmaz belki de bir kalemle,
temas eder parmakla,
beyaz sayfaya değmeden hareket edemez ellerimiz,
resimde boyayla sevişir eller,
dansta tenler birbirine kavuşur,
bir piyanonun tuşlarına dokunmadan hayat bulamaz notalar
öylece durduğu yerde.
Ne yediğin balığın tadı vardır;
şöyle kollarını sıvamadan,
ne içtiğin demli çayın;
ince belli bardağın belinesarılmadan.
Tek başına saatlerce ağlaman bile yavan kalır,
bir dostun sıcak kolları arasında ağlayan bir diğerinin yanında.
Sevgi ancak dokunarak anlamını bulur hayatında;
küçük kardeşine sıkı sıkı sarılmadan anlayamazsın
onu ne kadar sevdiğini.
Öyle sıkı sarılırsın ki sanki içine alacak gibi.
Bir öpüşme,
sımsıkı sarılma,
aşkına yardım eder,
ellerin kenetlenmesi bir daha açılmamacasına.
Öpüşürken kokusunu duyarsın,
hala orda olup olmadığını bilmek istermişcesine,
arada bir bakmak istersin,
gözlerini açmadan,
dakikalarca bakmasan da yüzüne;
sevgilin darılmaz korkma.
En yaşanası duygudur,
birbiri için yanıp tutuşan iki bedenin kavuşması,
ne bir söz ne de bir resimle anlatılabilir.
Tüm bunları yalnızca dokunarak yaşamak gerekir.
Sanal dünya,
dokunuşun katilidir.
Sinsi,acımasız,
tatlı tatlı süzülür ekranın arkasından odalarımıza..
Dokunulmazlık duvarları öreriz kolayca dört bir yanımıza,
eksilen her temas,
bir tuğla daha ekler bizim o masum duvarlarımıza..
Teknoloji desen,
yanıbaşında duran,güleryüzlü bir canavar.
Ne telefondaki ses,
ne mesaj kutularını doldurup taşıran sevgi sözcükleri,
yerini alamaz içten bir sarılışın.
Bir yere kadar seni mutlu eden mesajlar,
yıllardır cüzdanında bakmaya doyamadığın fotoğraf,
nasıl alabilir yanıbaşında duran sevginin yerini?
Gün gelecek belkide,
tüm bedenin aralarında anlaşıp;
küçük bir oyun oynamaya kalkacaklar sana.
Gözlerin eskisi gibi göremeyecek sevdiğini,
hatta kulakların duymakta nazlanacak,
sevgi sözcüklerini..
Ama bu anlaşmaya bir tek karşı çıkan ellerin;
son nefesine kadar yanında kalabilirse,
dokunuşları hissedebilecek,
artık bumburuşuk olsalar da..
kaynak:belirsiz