Çarşamba, Nisan 30, 2008

BENCİLLİK


Dünya hayatında
hep kötülük işleyen bir adamı
ölünce cehennem kapısında
bir melek karşıladı.
Melek adama şöyle seslendi:
"Hayattayken
tek bir gün bile
birisine iyilik yapmadıysan
buraya giremeyeceksin."
Günahkar adam
uzun süre düşündükten sonra,
bir keresinde
ormanda gördüğü örümceği hatırladı.
Balta girmemiş ormanda yürürken
önüne bir örümcek ağı çıkmıştı.
Adam ağı bozmamak
ve örümceği ezmemek için
o gün yolunu değiştirmişti.
Heyecan içinde
o günü meleğe anlattı.
Melek adama gülümsedi
ve ardından elini şaklattı.
Gökten bir örümcek ağı inmişti.
Adam bu ağa tutunarak
cennete girebilecekti.
Adam neşe içinde ağa tırmanırken
cehennemden bazıları da
bu ağa tutunarak cennete girmeye çalıştılar.
Ama adam ağın
o kadar çok insanı taşıyamayacağından korkarak
onları itmeye başladı.
Tam o sırada ağ gerçekten koptu
ve diğerleriyle birlikte
adam da cehenneme düştü.
"Yazık"
dedi melek
"Bencilliğin,
hayatında işlediğin tek iyiyi de
kötülüğe döndürdü.
O insanlara şefkat gösterebilseydin eğer,
ağın herkesi taşıyabileceğini görecektin."
Yaşamın
örümcek ağını ören
insanın kendisi değildir.
O,
bu ağda sadece bir teldir
ve bu ağa yaptığı katkıyı
aslında kendi yaşamına yapmaktadır...
(kaynak:internet)

Salı, Nisan 29, 2008

AFFETMENİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni
bir gün derste öğrencilerine
bir teklifte bulumur.
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?"
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının
bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.
"O zaman"der öğretmen
"Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin."
Öğrenciler söz verince öğretmen:
"Şimdi yarınki ödevinize hazır olun.
Yarın hepiniz birer plastik torba
ve beşer kilo patates getireceksiniz."
der.
Öğrenciler,
bu işten pek bir şey anlamamışlardır.
Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde
patatesler ve torbalar hazırdır.
Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine
şöyle der öğretmen:
"Şimdi,
bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için
bir patates alın ve
o kişinin adını
o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun."
Bazı öğrenciler
torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken,
bazılarının torbası
neredeyse ağzına kadar dolmuştur.
Öğretmen,kendisine,
"Peki şimdi ne olacak?"
der gibi bakan öğrencilerine
ikinci açıklamasını yapar:
"Bir hafta boyunca
nereye giderseniz gidin,
bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız.
Yattığınız yatakta,
bindiğiniz otobüste,
okuldayken sıranızın üstünde,
hep yanınızda olacaklar."
Aradan bir hafta geçmiştir.
Hocaları sınıfa girer girmez,
denileni yapmış olan öğrenciler
şikayete başlarlar:
"Hocam,
bu kadar ağır torbayı her yere taşımak
çok zor."
"Hocam,
patatesler kokmaya başladı.
Vallahi insanlar tuhaf bakıyrlar
bana artık.
Hem sıkıldık,
hem yorulduk."
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
"Görüyorsunuz ki;
affetmeyerek
asıl kendimizi cezalandırıyoruz.
Kendimizi
ruhumuzda ağır yükler taşımaya
mahkum ediyoruz.
Affetmeyi
karşımızdaki kişiye bir ihsan olarakdüşünüyoruz.
Halbuki affetmek,
en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."
(kaynak:internet)

Cuma, Nisan 25, 2008

SUYUN SIRRI

Su,kendine sırdaş arıyordu.
Önce buluta verdi sırrını.
Ağır geldi sır buluta.
Sağanak sağanak döktü suyun tüm sırlarını.
Sonra göle gitti su.
Ona anlattı derdini.
Bu arada bulut suyun sırrını yağmur yapıp,
dolu yapıp,
kar yapıp savurduğu içöin,
zaman zaman taşıyordu göl
ve suyun sırrını iyice açığa çıkarıyordu.
Sonra nehre verdi su sırrını.
Nehir aldı suyun sırrını çekti gitti.
Derye verdi.
Dere biraz daha yavaş olsa da nehirden,
o da götürdü suyun sırrını bir başka bilinmeze...
Çağlayanlar,şelaleler,akarsular...
Hepsi kayboluyordu bir anda.
Sonra bir gün su takip etti dereyi.
Su,
dere okyanusa kavuşunca fark etti,
bütün sırlarının
akarsularla,çağlayanlarla,ırmaklarla
okyanusa taşındığını.
Karar verdi su.
Sırrını okyanusa verecekti.
Öyle de yaptı zaten.
Tüm sırlarını okyanusa verdi.
Artık suyun sırrını okyanıstan başkası bilmiyordu.
Ne taştı okyanus,
ne bir başkasına taşıdı suyun sırrını,
ne de kurudu...
Geçen karşılaştık suyla.
Bir bardaktaydı.
Suskundu.
Çok uğraştım konuşturmadım.
Ben tam giderken
"Dur!"dedi su.
Durdum!
Ve dedi ki:
"Okyanus yürekli dostlar bulmadan sakın konuşma!
Taşıyamazlar,
kaldıramazlar senin yükünü,
canını yakarlar,
utandırırlar..."
(kaynak:internet)

Perşembe, Nisan 24, 2008



Önce kendi öğrencilerimin
ve tüm Türk çocuklarının,
sonra da tüm çocukların
bu güzel bayramlarını kutlarım.
Tabii ki dün çok yoğun olduğumuz için
yazım bugüne sarktı.
Bu anlamlı güne uygun bir şiir,
sanırım hepinizin hoşuna gider.



HÜRRİYET BAYRAMIMIZ

Bugün tarih boyunca hür yaşamış bir millet,
Üstüne çökse dünya, hürriyet ister elbet!
İnsan için hürriyet, ekmek gibi, su gibi,
Hürriyetsiz sürünmek, ölüm uykusu gibi...
Üç kıtada sayısız devlet kurmuş Türklere,
Sömürge halkı gibi kim bakacak boş yere?
Türk'ü sömürge halkı gibi esir yaşatmak,
İnsan arslanı demir gibi bir kafeste kuşatmak,
Çaresiz ve tedbirsiz kalmış olsa da yine
Bunu Türk'e hoş görmek, yapmak kimin haddine?
Türk nasıl gündüz gözü geceye sapabilir?
Ne sultan yapabilir, ne düşman yapabilir?
Birinci Cihan Harbi, çullanmış bütün cihan:
Türklük için en çetin, en karanlık bir zaman...
Atatürk başa geçip silkinince ansızın,
Türklük hakkından gelmiş bin türlü imansızın,
Hür yaşamak azmini görürüz insanda biz,
Göğsümüz kabararak 23 Nisan'da biz.

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

Pazartesi, Nisan 21, 2008


Vaktiyle bir derviş,

nefisle mücadele makamının sonuna gelir.
Meşrebin usulünce
bundan sonra her türlü süsten,
gösterişten arınacak,
varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir.
Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir...
Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden.
Derviş, usule uygun hareket eder,
soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar.
Derviş aynada kendini takip etmektedir.
Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.
Berber tam diğer tarafa
usturayı vuracakken,
yağız mı yağız,
bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.
Doğruca dervişin yanına gider,
başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım,
diye kükrer.
Dervişlik bu...
Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek.
Kaideyi bozmaz derviş.
Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden.
Berber mahcup, fakat korkmuştur.
Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur,
berber tıraşa başlar.
Fakat küstah kabadayı
tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
'Kabak aşağı, kabak yukarı.'
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki,
gemden boşanmış bir at arabası
yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.
Kabadayı şaikınlıkla yol ortasında kalakalır.
Derken,
iki atın ortasına
denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.
Kabadayı oracıga yıgılır, kalır.
Ölmüştür.
Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın,
bir manzaraya,
bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona.
Hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki kabağın bir sahibi var.
O gücenmiş olmalı!
Hikâye böyle...
Ama hayat da böyle...
Ensemize,
kafamıza vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağın da

bir sahibi olduğunu,
bu sahibin de en affetmeyeceği şeyin kibir
ve kul hakkı
yemek olduğunu unutmaya başlayanlar, koltuklarına, makamlarına,
rantlarına
yapışanlar anlayacaklardır
...


Gününüz , ömrünüz güzel olsun....

__._,_._

Pazar, Nisan 20, 2008

TOMMY


Tommy,
okuldaki derslerinde başarısızdır.
Sürekli araştırma içindedir;
sorular sorar,deneyler yapar.
Bu yüzden okul derslerine
bit türlü yetişemez.
Ayrıca denemelerinde
hep başarısızlığa uğrar.
Öğretmeni
Tommy'nin bu aykırı tutumunun sonunda
pes eder ve,annesine
onun derslerini öğrenemediğini
ve ders dışı uğraşlarıyla
asla bir yere varamayacağını söyler.
Ancak Tommy'nin annesi
oğluna inanmaktadır.
Evde oğluna ders vermeye başlar
ve ne zaman başarısızlığa uğrasa umut verir.
Ve tekrar denemesi için
onu cesaretlendirir.
Peki,
Tommy'e ne oldu dersiniz?
O bir mucit oldu.
Bin kadar patentin sahibi haline geldi.
Bunların arasında
fonograf
ve ilk akkorlu elektrik ampulü de vardır.
Onun adı
Thomas Edison'dur.
(Takdir edilerek
ve onaylanarak yetiştirilmiş olan çocuklar,
sürekli eleştirilen çocuklardan
daha mutlu,
daha üretken ve
daha itaatkar olurlar.
Zig Zaglar)
kaynak:internet)

Cuma, Nisan 18, 2008

BAŞARI



4 yaşında başarı ….pantolonuna işememektir.
12 yaşında başarı……….arkadaş bulabilmektir.
16 yaşında başarı……………..araba kullanabilmektir.
20 yaşında başarı……………………seks yapabilmektir.
35 yaşında başarı …………………..para kazanabilmektir.
50 yaşında başarı …………… daha da çok para kazanabilmektir.
60 yaşında başarı …………………..seks yapabilmektir.
70 yaşında başarı …………….araba kullanabilmektir.
75 yaşında başarı ………arkadaş bulabilmektir.
80 yaşında başarı ….pantolonuna işememektir.

*Biz buna ÇAN EĞRİSİ diyoruz!!…
Prof.Dr.Albert Follanberg

Perşembe, Nisan 17, 2008

HAYATI PAYLAŞMAK HER BABAYİĞİDİN HARCI DEĞİLDİR


Hayatı paylaşmak her babayiğidin harcı değildir
Hayatı geçiştirmek ,
hadi bugünde geçti bitti demek
marifetmiş gibi övünürüz arada bir.
halbuki ne kadar yaşayacağımızın garantisi yoktur ,
marifet dediğimiz hünerimiz
geçiştirdiğimiz zamanı belli olmayan bu süreçtir ..
Bu süreç dibe vurduğunda ,
acele acele koşturmanın
koca hayatı üç beş güne ,
birkaç aya , veya en kötüsü üç,
beş nefese sığdırmanın ne anlamı vardır ki ….
Hep bir koşturmacanın içerisinde ,
hep biryerlere ulaşmanın çabasındayız ,
bazen öyle olur ki
ideallerimiz bizi sarıp sarmalar ,
rüyalarımız bile isteklerimizle süslenir..
Küçük mutluluklar mutlu etmez olur bizi ,
daha sıradışı şeyler aramaya başlarız ,
gün gelir , banka cüzdanlarımız sevgililerimiz ,
bilgisayardaki dostluklarımız mutluluklarımız olur biribirden ..
Zordur zevklerimizden kaçmak ,
hırslarımıza dur diyebilmek ,
zordur yalan dünyaya karşı gelmek .
Kapattığımız kapılar ,
paylaşmadığımız hayat ,
geçiştirilen problemler ,
sıra dışı olma heveslerimiz,
gün gelir yüzleştiğimizde yüreğimizin üzerine oturur ,
kaybetmenin acısıyla anlarız kimsesizliğimizi .
Artık yalnız kalmışızdır ,
gidecek ne bir yerimiz ,
ne de derdimizi anlatacak bir dostumuz vardır ,
bundan sonra para cüzdanlarımızda biriktiririz
gözyaşlarımızı ,
dostlarımız ayrılamadığımız bilgisayarlarımız olur ..
Yalnızlık tak edince,
zorluklarla kazanıp çabuk harcadığımız sevgilerimiz ,
sevgililerimiz ,bağrımızda yumruk olur ..
Dayanabilirsek öylesine yaşar gideriz ..
Sevdiklerimizle hayatlarımızı paylaşmak
bazılarına hikaye gibi gelir ,
zaten hayatı paylaşmak öyle her babayiğidin harcı değildir …

yazar:?

Salı, Nisan 15, 2008

BABANI HATIRLIYOR MUSUN?


Genç bir adam,
işlediği suçtan dolayı hakim karşısına çıkarılmış.
Hakim,
onu çocukluğundan beri tanıyormuş
ve ünlü bir yazar olan babasıyla da tanışıyormuş.
Hakim:
"Babanı hatırlıyor musun?"
diye sormuş.
Bu soruya:
"Onu oldukça iyi hatırlıyorum."
şeklinde cevap vermiş genç adam.
Suçlunun vicdanını yoklamaya çalışan hakim
şöyle demiş:
"Mahkum edilmek üzereyken
ve şu anda mükemmel bir insan olan
babanı düşünürken,
onun hakkında net olarak ne hatırladığını
anlatır mısın?"
Bir sessizlik olmuş.
Daha sonra hakim
beklenmedik bir cevap almış:
"Konuşmak için yanına gittiğimde,
yazdığı kitaptan başını kaldırarark
bana baktığını ve:
"Çek git başımdan;çok meşgulüm!"
dediğini hatırlıyorum.
Ona arkadaşlık etmek için yaklaştığımda
bana dönerek:
"Çek git başımdan oğul;
bu kitabı bitirmeliyim!"
derdi.
Hakim bey,
siz onu büyük bir yazar olarak hatırlarsınız;
fakat ben onu
kaybedilmiş bir arkadaş olarak hatırlıyorum."
Hakim kendi kendine söylenmiş:
"Yazık!Kitabı bitirdi ama oğlunu kaybetti!"
(zig zaglar'dan)


Pazartesi, Nisan 14, 2008

BAMBU AĞACI


Bambu ağacının yetişmesi,
çocuk yetiştirmede
olumlu ısrar için güzel bir örnektir.
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir,
sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda
herhangibir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir.
Bambu ağacı ikinci yılda da
toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda
her yıl yapılan işlem tekrar edilerek
bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum
bu yıllarda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla
beşinci yılda da bambuya
su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet
beşinci yılın sonlarına doğru
bambu yeşermeye başlar
ve altı hafta gibi kısa bir sürede
boyu yaklaşık 27 metreye ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur:
Çin bambu ağacının boyu 27 metreye,
altı haftada mı
yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla
tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi,
ağacın büyümesinden
hatta var olmasından söz edebilir miydik?
(kaynak:internet)

Cumartesi, Nisan 12, 2008

AH ŞU BÜYÜKLER




Modern yaşamın başımıza sardığı en büyük dertlerden birisinin
"çocukların anne babalarına uyguladığı terör"
olduğuna inanıyorum.
Etrafımda (kendim dâhil) bu terörden mustarip pek çok anne baba var.
Hele anneler çocukları tarafından öyle bir sıkıştırılıyorlar ki
çoğu farkında bile olmadan depresyona giriyor.

Geçenlerde uyku bozukluğu, sabah yorgunluğu,
endişe hali ve kolay ağlama şikâyetleri ile gördüğüm hastama
"Sizi üzen, sıkan önemli bir sorununuz mu var?"
diye sorduğumda "İki küçük çocuğum var.."diye cevap verdi...
Öyle acınacak bir halleri vardı ki anlatamam...
Yanındaki kocası da başını salladı,
iki küçük çocukları var ya
"Depresyona girmek için daha ne olsun doktor bey...."
der gibiydiler.

Şurası bir gerçek ki bizim ülkemizde
doğumla birlikte ailenin yaşamı baştan aşağı değişerek
"bebeğin rahatını sağlama"üzerine kurulu yeni bir dönem başlıyor.
Bebeklik dönemi boyunca,
anne babanın kendileri için vakit ayırmaları en büyük yasak,
en büyük vicdan azabı...
Çoğu annede muazzam bir sahiplenme duygusu;
televizyonda izlediğimiz
Amazon belgesellerindeki yavruları boyunlarına asılı maymunlar gibi
nerdeyse çocuklarını hiç kucaklarından indirmeyecekler.

Bir de işin ekonomi boyutu var.
Doğumla birlikte,
çocuğun ihtiyaçları bir daha hiç geriye düşmemek üzere
aile bütçesinin en önüne yerleşiyor;
çeşit çeşit biberonlar, bebek arabaları, pusetler,
kucaklıklar, sırtlıklar, arabaya konan ayrı, arka koltuğa ayrı...
Ya çocuk bezlerine ne demeli...
Bantlısı bantsızı, sızdıranı sızdırmazı, yumuşağı ipek gibisi...
Bizim popomuz popo değil miydi,
altımızda zımpara gibi Amerikan bezleriyle büyüdük,
hangimizin popo estetiğinde bir zayıflık var?

İşin garip tarafı bu "çocuk terörü" belası
daha çok bizim ülkeye has bir sorun gibi görülüyor.
Amerikalı bir annenin
çocuğunun peşinden elinde mama tabağı ile saatlerce gezdiğini duydunuz mu?
Yakınımızda oturan Fransız bir aile var,
sabah küçük kızlarının okul servisine binme saatinde
evlerinin önünden geçiyorum,
daha bir gün bile annelerinin pencereye çıkıp
arkalarından baktığını görmedim.
Bizim paşaların,
prenseslerin okul servis törenini ise hepiniz görmüşsünüzdür;
kapıdan elinden tutarak çıkarmalar,
birlikte karşıya geçirmeler, servise bindirmeler,
arkasından gözler yaşlı el sallamalar, öpücük atmalar...

Sanki çocuklarını okula değil de
hacca ya da cihada yolluyorlar...
Bebeklik, çocukluk derken,
aileler arası en büyük mücadele
"çocuğu en iyi okulda okutma"
engelli yarışları ile devam ediyor.
Şu kurs iyi, bu daha iyi, şundan özel ders, o dershane, bu dershane...

Kemerleri sıkıp, uğraşıyoruz ki
sonunda çocuğumuz gene paralı bir okula girsin
ve biz de çileye devam edelim...
Hâlbuki rahmetli babam,
benim daha iyi bir okula gitmem gerektiğini söyleyen anneme
"Oğlum akıllı malı nede, oğlum deli malı nede?"
şeklinde bir vecize söyleyip kenara çekilmişti.

(Günümüz Türkçesiyle: Eğer çocuk akıllı ise zaten başarılı olur,
yok akıllı değilse boşuna uğraşma en iyi okula da gitse adam olmaz.)
Doğrusu zaman zaman çocukların bu rahatını
ve saltanatlarını kıskanmıyorum dersem yalan olur.
Oğlumun cep telefonu benimkinden yeni model,
kızımın çizmesi annesininkinden daha pahalı
ve çoğumuz şöyle veya böyle çocuklarımıza
imkânlarımızı aşan bir yaşam tarzı sunmaya çalışıyoruz.

Sabah işe giderken
yakınımızdaki devlet okuluna giden çocuklarla karşılaşıyorum.
Çoğunun ayağında (nedense bağcıkları çözük) tek tip,
kocaman, marka bir bot var
ve çoğunun anne babasının o botu almak için
çok daha lüzumlu bir harcamayı ertelediklerinden eminim...
Üstelik sağlanan o kadar imkâna rağmen
hala halinden memnun olmayan
ve daha fazlasını, yetmedi daha fazlasını isteyen mutsuz çocuklarımız var.
(Bundan 40 yıl önce
ilk depresyonun görülme yaşı ortalaması 29 yaş iken şimdi 14)

Bilmem siz de benim gibi
çocuklarınıza sağladığınız imkânları
kendi çocukluğunuzdaki imkânlarınızla kıyaslıyor ve sinirleniyor musunuz?
İlkokulu bitirene kadar tek servetim
beş-on bilye, bir lastik veya metal çember ve bir sapandı.

(O da herkesin eline geçmezdi özellikle çember).
Bütün gün çemberin peşinde
tabanlarım sızlayana kadar
sokak sokak dolaşmaktan ne anladığımı hatırlamıyorum
ama hava kararıp da yorgunluktan bitap eve geldiğimde
son derece mutlu olduğumu çok iyi hatırlıyorum...

Unutmayalım ki
çocuklarımıza vereceğimiz en güzel şey,
neşeli ve mutlu bir aile ortamıdır.
Gecelerini uykusuz geçiren,
çocuğu için özel zevklerinden
ve tüm hobilerinden vazgeçmiş anne babalarla
mutlu bir aile ortamı sağlayabilirmiyiz?
Yapılacak şey belli...
Tüm dünyanın ezilen anne babaları,
çocuk terörüne karşı eyleme geçmenin zamanı geldi geçiyor...

Birleşelim...
Yarından tezi yok önlem alalım...
Yaşamak bizim de hakkımız...

(dr.murat kınıkoğlu)
(teşekkürler)

Salı, Nisan 08, 2008

GENÇLİK BÖYLEDİR İŞTE


İçimi titreten bir sestir her gün.
Saat her çalışında tekrar eder:
"Ne yaptın tarlanı,nerede hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye?
Bir düşünsen yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işte,gelir gider;
Ve kırılır sonra kolun kanadın;
Koşarsın pencereden pencereye.

Ah o kadrini bilmediğin günler,
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgar
Gel gör ki,sular batıya meyleder,
Ağaçta bülbülün sesi değişti,
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hatıralar.

CAHİT SITKI TARANCI

Pazartesi, Nisan 07, 2008

BİR DOST


Hepimizin aradığı huzur!
Etrafına huzur saçan,
gözlerinin içi gülen insanlar olsun istiyoruz yanı başımızda.
Hani şu eskilerin tabiriyle öyle dostlar arkadaşlar arıyoruz ki,
ömrümüze ömür katsın!
Onları yalnız bu dünyada değil,
öte dünyada da isteyelim, yani ahretliğimiz olsun.
Bir gün bunalırsan ve sıkıntını paylaşmak istersen beni ara….
İki elim kanda olsa gelirim, sıkıntını yok ederim…
Bir gün ağlayacak gibi olursan da beni ara…
Seni belki güldüremem ama,
söz veriyorum senle birlikte ağlayabilirim…
Bir gün uzaklara kaçmak istersen
beni aramakta çekinme.
Seni belki durduramam ama,
senle birlikte koşabilirim…
Bir gün yüksek bir köprüden atlamaya kalkarsan da ara beni…
Seninle birlikte atlayamam ama,
aşağıda bekler, seni tutabilirim.
Bir gün herhangi bir konuda kararsız kalırsan ara beni…
Seni senden fazla düşünür sana fikirler verebilirim…
Bir gün kimseyi dinlememeye karar verirsen de ara beni…
Ağzımı açmayacağımı,
söylemediklerini bile dinleyeceğimi bil…
Bir gün beni üzdüğünü düşünürsen de çekinme,
yine ara beni..
Göreceksin, sana kıyamam, kızamam, üzemem seni…
Bir gün beni ararsan ve benden karşılık alamazsan…
Söz ver: O zaman sen ulaşmalısın bana…
Çünkü o an bir meleğe gereksinim duyduğunu bilmelisin…
Seni Seviyorum Dostum…
BİR DOST

Pazar, Nisan 06, 2008

TAHTA AT



Bir gün,
bir bilge,iki çocuğunu yanına alarak
ormanda gezintiye çıktı.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra
küçük olan çocuk yorulmaya başladı
ve babasına dönerek:
Babacığım çok yoruldum,
beni kucağına alır mısın?
Babasından
"Artık sen kucakta taşınamayacak kadar büyüdün."
cevabını alan çocuk,
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Bilge tek kelime bile etmeden etrafına bakındı
ve yakındaki kuru bir ağaçtan
bir çubuk kesip yonttu ve sonrasında çocuğa uzattı:
Al bakalım, sana güzel bir at.
Bu seni taşır hem daha hızlı götürür.
Çocuk, dal parçasından yapılmış ata sevinçle bindi
ve gülerek koşmaya başladı.
Küçük oğlunun kuru bir dal parçası sayesinde
yorgunluğunu unutarak
canlanmasını gören baba hayretler
içinde olan biteni izleyen kızına döndü ve:
İşte, hayat budur kızım.
Bazen kendini çok yorgun issedebilirsin.
Böyle olduğunda,
kendine değnekten bir at bul ve yoluna devam et.
Bu at, yerine gore;
bir arkadaş,
bir şarkı,
bir umut,
bir dua,
bir çiçek,
bir özlem,
bir hayal ya da
küçük bir çocuğun tebessümü olabilir.

(kaynak:mailler)

Cumartesi, Nisan 05, 2008

YAPTIĞINIZ İŞE İMZANIZI ATIN



Barbara

süpermarket çalışanlarına hitap ettikten

yaklaşık üç ay sonra bir akşam üstü telefonu çaldı.

Arayan kişi adının Johny olduğunu

ve marketlerden birinde

kasada müşterilerin torbalarını doldurmalarına

yardım ettiğini söyledi.

Ayrıca Down sendromu olduğunu belirtti

ve "Barbara, anlattıkların hoşuma gitti!" dedi.

Johny, konuşma yaptığı günün gecesi eve gittiğinde

babasından kendisine bilgisayar kullanmayı öğretmesini istemişti.

Bilgisayarda, babasıyla birlikte üç sütunlu bir tablo yaptılar.

Şimdi her akşam eve gittiğinde bir "günün sözü" buluyor.


Bulamadığı zaman da bir tane "uyduruyor!"

Sonra bu sözü bilgisayarda yazıyor,

bir kaç tane çıktı alıyor,

onları kesiyor ve her birinin arkasına ismini yazıyor.

Ertesi gün müşterilerin torbalarını "zevkle" doldururken,

her birinin torbasına günün sözünden bir tane koyuyor

ve böylece yaptığı işe içten,eğlenceli ve yaratıcı bir biçimde imzasını atıyor.

Bu konuşmadan bir ay sonra marketin müdürü beni aradı.

"Barbara bugün olanlara inanamayacaksın" dedi.

Sabah markete gittiğimde

Johny'nin kasasının önündeki kuyruk diğerlerinin üç katıydı!

Bağıra çağıra etrafa emirler yağdırmaya başladım:

'Daha fazla kasa açın.

İnsanları buradan daha çabuk çıkarın!'

Ama müşteriler

'Hayır. Biz Johny'nin kasasında beklemek istiyoruz.

Günün sözlerinden almak istiyoruz!' dediler.

Müdürün söylediğine göre

bir kadın müşteri onun yanına kadar gelmiş

ve "Eskiden markete haftada bir gelirdim,

ama şimdi buradan her geçişimde uğruyorum,

çünkü günün sözlerinden almak istiyorum" demişti.

Son olarak müdür bana

"Marketteki en önemli kişi kim biliyor musun?"

Diye sordu. Elbette Johny'di.

Aradan üç ay geçti ve marketin müdürü beni yeniden aradı.

"Sen ve Johny marketimizde büyük bir değişim yarattınız" dedi.

"Şimdi çiçek bölümündeki bütün sapı kırık çiçekleri

ve kullanılmayan yaka çiçeği buketlerini

yaşı geçkin kadınların ya da küçük kızların yakalarına iliştiriyorlar.

Et paketleme bölümündeki bir elemanımız Snoppy seviyormuş

ve 50.000 tane Snoppy çıkartması getirmiş.

Her et paketinin üzerine bir çıkartma yapıştırıyor.

Hem biz, hem de müşterilerimiz çok eğleniyoruz .

"Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse,

Michelangelo'nun resim yaptığı,

Bethooven'in beste yaptığı

veya Shakspeare'in şiir yazdığı gibi süpürün.

O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes ,

durup "Burada işini çok iyi yapan büyük bir çöpçü yaşıyormuş desin.

Martin Luther King

" Kendi varligini bile gayesine adayabilen insan iradesine karsi

hicbir sey direnemez."

((kaynak:internet)

Cuma, Nisan 04, 2008

YAŞAMANIN BAŞLANGICI VE SINIRI



Hayatta dürüst olacağınız ilk kişi kim?

Yaptığınız en büyük savaş kim için?

Satır satır okuduğunuz ilk kitap hangisi?

Sizi siz eden en önemli şey ne ?

Hayatta sizi en çok mutlu eden şey ne?

Var mısınız?

Yaşadığınızı saçınızdan ayağınıza ve yüreğinize kadar hissediyor musunuz?

Kedinizle aranız nasıl???????????

Sevgiyle VE dostlukla

Perşembe, Nisan 03, 2008

HAYAT




Gidene kal demeyeceksin. ..
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..

Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.


Kendi kendime konuştum bazen evimde, hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.


NIETSZCHE

Salı, Nisan 01, 2008

SEVMEK


Yıllardır özlemle bekledim beni sevmeni
sana benzemek
sana ait bir şeylere dokunmak
senin kokunu duymak varlığını hissetmek
benim için bir ibadetti sanki
kimseye benzemezdi kapı çalışın
anlardım senin geldiğini
koşarak atılırdım boynuna
sende severdin beni
ama pek belli etmezdin.
Soğuk mesafelerin gelirdi
sıcak sevgi dolu kollarından önce
hep kursağımda kalmıştır sana söyleceğim
sözlerim
sevgimi bile anlatmayı bırak göstermeye
korkardım
ama yine de vazgeçmezdim seni sevmekten önce
büyüdüm
artık soğuk mesafeler kalkmıştı ortadan
arkadaş oluverdik seninle
derdime ortak
yoluma yoldaş oldun.
Bıkmadan usanmadan sevdim seni
sevgin karşılıklıydı elbet
ama hiç belli etmiyordun.
Sen içinde bense hevesim kursağında kalmış
bitap bir biçimde
yinede pişman olmadım seni sevmekten
sana söylemediğim çok şey var be BABA
mesela seni ne kadar çok sevdiğimi
sensizlikten korktuğumu
yokluğuna dayanamayacağıma
ben seni çok seviyorum be BABA. (kaynak:internet)