Cuma, Nisan 30, 2010

SON BİLGE SÖZ ÇOK GÜZEL.


Yaşayan eskiyi severiz ;
ama bizi yaşatacak olan yenidir...
Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"Terzimi severim." diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
"Aman üstad,
dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?"
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
"Dostlarım, evet ben terzimi severim.
Çünkü ona her gittiğimde,
benim ölçümü yeniden alır.
Ama ötekiler öyle değildir.
Bir kez benim hakkımda karar verirler,
ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.

Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekasını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki!..

Bir bilgeye
nasıl bu kadar doğru kararlar alabildiğini sormuşlar,
"Deneyim" demiş.
O deneyimi nasıl kazandın, diye sormuşlar
"Hatalarımla"

Bir bilgeye sormuşlar:
Efendim canınız ne istiyor?
Bilge cevaplamış:
Canım hiçbir şey istememeyi istiyor..
ve devam etmiş...
Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur. .

Bir bilgeye " Nasıl insan oluruz?" diye sormuşlar ya.
"Üç adım atlama" gibi bir cevap vermiş bilge kişi:
Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir,
İnsanlığa attığın ilk adım budur...
Sana kötülük yapanlara iyilik yapabildiğin an ise
ikinci büyük adımı atar
ve hakiki insan olmaya başlarsın.
Nihayet,
sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında
bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun.

Bilgeye sormuşlar dünyada en güzel şey ne diye?
´Sevmek´ demiş...
Peki sonra? demişler...
´Sevilmek´ demiş...
Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor? demişler...
O da demiş ki ´insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir.


Bir bilgeye sormuşlar:" En mutlu insan kimdir?"
"İşte o dağdaki çobandır." demiş.
"Neden?" diye sormuşlar.
"Çünkü insan bildikleriyle yaşar,
onun bildikleri koyunları
ve çevresiyle sınırlı kendisini mutsuz edecek
veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil."

Sen gülerken yanındakiler de güler,
Ama ağlarken yalnız ağlarsın,
Onun için öyle bir ağaca yaslan ki,
Asla yıkılmasın.
Öyle bir dost edin ki,
Seni asla bırakmasın.
Öyle bir sev ki yüreğinden kimse ayırmasın,
Ve öyle birini sev ki seni gözleriyle bile aldatmasın... .


(kaynak:mailler)

Salı, Nisan 27, 2010

Modern yaşam


Modern yaşamın başımıza sardığı
en büyük dertlerden birisinin
'çocukların anne babalarına uyguladığı terör'
olduğuna inanıyorum.
Etrafımda (kendim dâhil)(yazıyı size aktaran ben hariç)
bu terörden mustarip pek çok anne baba var.
Hele anneler
çocukları tarafından öyle bir sıkıştırılıyorlar ki
çoğu farkında bile olmadan
depresyona giriyor.

Geçenlerde
uyku bozukluğu,sabah yorgunluğu,
endişe hali ve kolay ağlama
şikâyetleri ile gördüğüm hastama
'Sizi üzen, sıkan önemli bir sorununuz mu var?'
diye sorduğumda
'iki küçük çocuğum var...'
diye cevap verdi...
Öyle acınacak bir halleri vardı ki anlatamam...
Yanındaki kocası da başını salladı,
iki küçük çocukları var ya
'Depresyona girmek için daha ne olsun doktor bey....'
der gibiydiler.

Şurası bir gerçek ki
bizim ülkemizde doğumla birlikte
ailenin yaşamı baştan aşağı değişerek
'bebeğin rahatını sağlama'
üzerine kurulu yeni bir dönem başlıyor.
Bebeklik dönemi boyunca,
anne babanın kendileri için vakit ayırmaları
en büyük yasak, en büyük vicdan azabı...
Çoğu annede muazzam bir sahiplenme duygusu;
televizyonda izlediğimiz
Amazon belgesellerindeki
yavruları boyunlarına asılı maymunlar gibi
nerdeyse çocuklarını hiç kucaklarından indirmeyecekler.
Bir de işin ekonomi boyutu var.
Doğumla birlikte, çocuğun ihtiyaçları
bir daha hiç geriye düşmemek üzere
aile bütçesinin en önüne yerleşiyor;
çeşit çeşit biberonlar, bebek arabaları, pusetler,
kucaklıklar, sırtlıklar,arabaya konan ayrı, arka koltuğa ayrı...
Ya çocuk bezlerine ne demeli...
Bantlısı bantsızı,sızdıranı sızdırmazı,
yumuşağı ipek gibisi...
Bizim popomuz popo değil miydi,
altımızda zımpara gibi Amerikan bezleriyle büyüdük,
hangimizin popo estetiğinde bir zayıflık var?

İşin garip tarafı bu
'çocuk terörü' belası
daha çok bizim ülkeye has bir sorun gibi görülüyor.
Amerikalı bir annenin
çocuğunun peşinden elinde mama tabağı ile
saatlerce gezdiğini duydunuz mu?
Yakınımızda oturan Fransız bir aile var,
sabah küçük kızlarının okul servisine binme saatinde
evlerinin önünden geçiyorum,
daha bir gün bile annelerinin pencereye çıkıp
arkalarından baktığını görmedim.
Bizim paşaların,
prenseslerin okul servis törenini ise
hepiniz görmüşsünüzdür;
kapıdan elinden tutarak çıkarmalar,
birlikte karşıya geçirmeler, servise bindirmeler,
arkasından gözler yaşlı el sallamalar,öpücük atmalar...
Sanki çocuklarını okula değil de
hacca ya da cihada yolluyorlar...
Bebeklik, çocukluk derken,
aileler arası en büyük mücadele
'çocuğu en iyi okulda okutma'
engelli yarışları ile devam ediyor.
Bu kurs iyi, bu daha iyi, bundan özel ders,
o dershane, bu dershane...
Kemerleri sıkıp, uğraşıyoruz ki
sonunda çocuğumuz gene paralı bir okula girsin
ve biz de çileye devam edelim...
Hâlbuki rahmetli babam,
benim daha iyi bir okula gitmem gerektiğini söyleyen anneme
'Oğlum akıllı malı nede,
oğlum deli malı nede?'
şeklinde bir vecize söyleyip kenara çekilmişti.
(Günümüz Türkçesiyle: Eğer çocuk akıllı ise
zaten başarılı olur,
yok akıllı değilse boşuna uğraşma
en iyi okula da gitse adam olmaz)

Doğrusu zaman zaman çocukların bu rahatını
ve saltanatlarını kıskanmıyorum dersem yalan olur.
Oğlumun cep telefonu benimkinden yeni model,
kızımın çizmesi annesininkinden daha pahalı
ve çoğumuz şöyle veya böyle
çocuklarımıza imkânlarımızı aşan bir yaşam tarzı
sunmaya çalışıyoruz.
Sabah işe giderken
yakınımızdaki devlet okuluna giden çocuklarla karşılaşıyorum.
Çoğunun ayağında (nedense bağcıkları çözük) tek tip,
kocaman, marka bir bot var ve
çoğunun anne babasının o botu almak için
çok daha lüzumlu bir harcamayı ertelediklerinden eminim...
Üstelik sağlanan o kadar imkâna rağmen
hala halinden memnun olmayan ve daha fazlasını,
yetmedi daha fazlasını isteyen
mutsuz çocuklarımız var.
(Bundan 40 yıl önce
ilk depresyonun görülme yaşı ortalaması 29 yaş iken
şimdi 14)
Bilmem siz de benim gibi
çocuklarınıza sağladığınız imkânları
kendi çocukluğunuzdaki imkânlarınızla kıyaslıyor
ve sinirleniyor musunuz?
İlkokulu bitirene kadar tek servetim
beş-on bilye, bir lastik veya metal çember
ve bir sapandı (O da herkesin eline geçmezdi
özellikle çember).
Bütün gün çemberin peşinde
tabanlarım sızlayana kadar
sokak sokak dolaşmaktan ne anladığımı hatırlamıyorum
ama hava kararıp da
yorgunluktan bitap eve geldiğimde
son derece mutlu olduğumu çok iyi hatırlıyorum...
Unutmayalım ki
çocuklarımıza vereceğimiz en güzel şey,
neşeli ve mutlu bir aile ortamıdır.
Gecelerini uykusuz geçiren,
çocuğu için özel zevklerinden
ve tüm hobilerinden vazgeçmiş anne babalarla
mutlu bir aile ortamı sağlayabilir miyiz?
Yapılacak şey belli...
Tüm dünyanın ezilen anne babaları,
çocuk terörüne karşı eyleme geçmenin zamanı geldi geçiyor...
Birleşelim...
Yarından tezi yok önlem alalım...
Yaşamak bizim de hakkımız...

(kaynak:mailler)

Cumartesi, Nisan 24, 2010

bir çin atasözü der ki;

çang çin çong vancing hong, jean heng cloud ching kong
kadın peşinde koşmanın zararı yoktur,
zararlı olan onu yakalamaktır.
bir başkası derki;
ming yu cuang gang gu bankgung tyu tang ging gu toprak
koca define gibidir, bulmak çok büyük şanstır;
ama bir an evvel gömmek gerekir!

(kaynak:mailler)

Salı, Nisan 20, 2010

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,




Çocuklar
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran


(kaynak:mailler)

Pazar, Nisan 18, 2010

Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir


Uşaklı Osman Efendi bir sabah müthiş bir başağrısıyla uyanır.
İlaç alır geçmez..
Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır.
Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider.
Lakin Osman Efendi'nin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük başağrısı yanısıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır...
Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir,
ağrıyı kesene servet vaadeder.
Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz.
Ev halkı birbirine karışır,
başağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendi'yi
İstanbul'a götürmeye karar verirler.

İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur.
Röntgenler çekilir, testler yapılır...
Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan başağrısı
ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi
bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih'e gidilir.
Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.

Sonuç:
Efendi'ye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan Osman Efendi'ye
ağrı kesici iğneler verilir,
altmışlarını süren adamın ülkesine dönüp "dinlenmesi",
daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.
Osman Efendi bitkin, aile perişan.
"Kader" denilir, Uşak'a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır
ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye,
Osman Efendi'nin eski berberi "Berber Mehmet" çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendi'yi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür.
"Beyim" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın?
Bir bakar, "Hah işte" der.
"Kıl dönmüş.
Osman Efendi'nin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın
çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı
Osman Efendi'nin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendi'nin elinden zor alınır
ve cımbızın ucunda tuttuğu
yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir.
Osman Efendi'nin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır
ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır.
Ertesi sabah Osman Efendi
aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır.
Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Başağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp
gittikçe uzayarak dayanılmaz ızdıraplara yol açtığını
doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği
kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi,
Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

Şimdi bu gerçek hikayeyi niye anlattık?

1. Berber Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.
2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.
3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.

(kaynak:mailler)

Perşembe, Nisan 15, 2010


Yeryüzünün aldığı yağmur oranı
10 yıllık aralıklarda artar.
Bu sene (2010) dünyanın periyodik olarak
en çok yağmur alan yıllarından biri olacak,
bu nedenle yediğiniz
kayısı, şeftali, kiraz, vişne, karpuz, kavun, erik vb.
meyvelerin çekirdeklerini lütfen çöpe atmayın,
hele çöp poşetlerine ASLA hapsetmeyin.
Mümkünse herhangi bir yerde toprağın 10 cm altına gömün.
Üzerine de bir bardak su dökün.

Gömme imkanınız yoksa
bi poşette bu çekirdekleri biriktirip yanınıza alın (
ya da arabanıza koyun)
arsa, tarla, toprak yol kenarı, yamaç gibi
toprağı gördüğünüz alanlara bu çekirdeklerinizi savurun,
korkmayın bu çevre kirliliği değildir
aksine çevre için yeni hayattır.
Doğa hemen o yeni çekirdekleri kucaklar ve besler…

Yapacağınız en kötü hareket
çekirdekleri poşetlere hapsetmektir !
Bunu yapmayın ve yaptırmayın.

Yapılan çalışmalarda
doğaya başıboş atılan
ya da dikilen bu çekirdeklerin
en az yarısının yeşerip ağaç veya bitki olduğu kanıtlanmış.
En büyük israflardan birisi
meyve çekirdeklerinin çöpe atılması,
ülkemiz adına küçümsenemeyecek büyük bir servet...
Daha yeşil bir ülke için,
daha temiz hava için,
toprak kaymasını önlemek
ve yeni nesillerimize yeşil bir dünya bırakmak için
hep birlikte elimizden geldiğince meyve çekirdeği gömelim,
savuralım, fırlatalım…

Bu uygulama TEMA tarafından başlatıldı
ve bilinçli toplum olarak bizlerin desteklerini bekliyor,
doğaya yardım etmek,
gelecekte etrafımızı saracak
beton ve gökdelenlerden alamayacağımız oksijeni karşılamak için bile
bu çekirdeklerden çıkacak ağaçlara ihtiyacımız olacaktır.

Poşete koymadığınız her çekirdek için şimdiden teşekkürler!

(kaynak:mailler)

Salı, Nisan 13, 2010

Siz benim kim oldugumu biliyor musunuz?



Tam günümüz insanlarına ders olacak gibi

Kaba müşterilerle karşılaşan müşteri temsilcileri
ve pazarlamacılar için bir ders.
Bu olay nedeniyle,
Sydney'de Virgin Havayolları
biniş kapısı görevlisi personele ödül verilmeli...
Boing 767 uçağının arızasından sonra,
dolu bir Virgin uçuşu iptal edilir.
Bir başka uçak için yolcular kuyruk oluşturmuşlar,
sinirler bir hayli gergin bir şekilde
yeni uçakta yer bulmaya çalışmaktadırlar.
Bu sırada çok sinirli bir yolcu bankoya yanaşır
ve biletini fırlattıktan sonra:
"-Bu uçak ile uçmak zorundayım
ve bu iş hemen yapılacak"
diye bağırır.
Görevli:
"-Özür dilerim beyefendi,
size yardım etmeye çalışmaktan memnun olurum
ama öncelikle sırada bekleyenlerle ilgilenmeliyim
ve eminim size de yapacak birşeyler buluruz."
Yolcu etkilenmemiştir.
Arkadakilerin de duyacağı bir şekilde,
yüksek sesle sorar:
"-SİZ BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUNUZ?"
Görevli tereddüt etmeden,
gülümseyerek dahili anons mikrofonunu önüne çekerek:
"-Lütfen Dikkat, Lütfen Dikkat,"
"Burada, Gate14'te bir yolcumuz bulunmaktadır
ve KENDİSİNİN KİM OLDUĞUNU BİLMEMEKTEDİR.
Kendisine kimliği konusunda yardım edebilecek birisi var ise
lütfen Gate14'e gelmesi rica olunur."
Kuyrukta bekleyenler gülmekten yıkılmaktadır.. .
Yolcu Virgin Havayolları görevlisine pis pis bakar
ve dişlerini sıkarak:
"F... You" der.
Görevli geri adım atmadan ve gülümseyerek:
"Özür dilerim,
ama bunun için de sıraya girmeniz gerekecek..."
sesi tüm terminal binasında temiz bir şekilde duyulmaktadır.

(kaynak:mailler)

Cumartesi, Nisan 10, 2010


Beş yaşında idim.
Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi,
aramaya başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .
-Çocukluk işte,
-Aman babaanne dedim.
- Bir pirinç tanesi için bu kadar çaba harcamaya,
yorulmaya değer mi?
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı,
öfkeyle doğruldu.
-Sen oturduğun yerden ahkam kesiyorsun,dedi.
- Hiç pirinç üretilirken gördün mü?
İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar.
Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru,
alınteri, emeği, çilesi var biliyor musun?'
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.


Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain'in proposlarını okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa,
bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu.
Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın
alın teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi.
Stockholm'e gitmiştim.
Bir otele indim.
Geceydi.
Sabahleyin,
traş olmak için lavaboya gittiğimde,
aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın,
yanda bir kutu var oraya bırakın,
bir tek jiletle dahi olsa,
İsveç çelik sanayisine yardımcı olun'diyordu.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri
çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde
' İsveç çeliğinden yapılmıştır'diye yazardı.
İşte o ülke,
kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile
çöpe gitmesini istemiyor,
ona sahip çıkıyor,
gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.
İsviçre'de zaman zaman,
belli periyotlarda
radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.
'Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek.
Siz lütfen hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız, ilgilenmediğiniz,
kullanmadığınız ne kadar kitap,dergi, gazete varsa,
kağıt,ambalaj,kutu varsa,
velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,
kapının önüne koyun.
İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun.
Fazla ağaç ziyanına engel olun.'
Japonlar son derece sade,
basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar
Japonlara göre ruhen tekamül edememiş,
hayatın manasını anlayamamış,
zavallı kimselerdir..
Böyleleriyle;
evini mezat salonuna çevirmiş zavallı,
diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor.
İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
-Şu andan itibaren der,
-Tanrı şahidim olsun ki,
Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden,
pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
-Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar,
en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün borçlarını öder.
Bu durumun toplumun bütün kesimlerini,
tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazi,
ne kadar gösterişten uzak...

*Gerekmediği halde elektriği yakmakla,
suyu kapamadan boş yere akıtmakta,
gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,
yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla
biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?

*Hayat çok ince,
akıl almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.
Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,
İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
Bir komutan bir orduyu,
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun,
ister zengin olalım ister fakir,
hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Burada parayı da,
maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.

Sanırım bir mesaj varsa o da budur...

(lütfen herkese okutun)
(kaynak:mailler)

Çarşamba, Nisan 07, 2010

Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karsılaşırlar.
Aşk, kendinden emin bir şekilde sorar;
ben senden daha samimi ve daha cana yakınım.
Sen niye varsın ki bu dünyada?”
Arkadaşlık cevap verir
"sen gittikten sonra
bıraktığın gözyaşlarını silmek için....
Bütün sevdiklerinize ithafen şunları göz önünde bulundurun:
Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz,
bir hafta sonrasını göremeyecek olan
bir milyon insandan daha şanslısınız.
Bir harp tehlikesi ile,
işkence görmek ihtimali ile
ve sağ kalma korkusu ile karşı karşıya değilseniz,
500 milyon insandan
daha iyisiniz.
Buz dolabınızda yiyeceğiniz,
üzerinizde elbiseniz,
başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa,
dünyadaki insanların
çoğundan daha zenginsiniz.
Bankada ve cüzdanınızda para varsa,
dünyanın en imtiyazlı % 8'i arasındasınız...
Anneniz, babanız sağ ise ve boşanmamışlarsa,
siz bu dünyada nadir kişilerden birisiniz.
Bu yazıyı okuyabiliyorsanız bu demektir ki;
birisi sizi düşündü ve bunu yazdı..
Çünkü okuma yazma bilmeyen 2 milyar kişiden biri değilsiniz.
Paraya ihtiyacın yokmuş gibi çalış..
Kimse seni üzmemiş gibi sev..
Kimse seni seyretmiyormuş gibi danset..
Kimse seni dinlemiyormuş gibi şarki söyle..
Cennet dünyadaymış gibi yaşa..
Bu mesajı dostlarına okut.
Okutmazsan hiçbir şey olmaz korkma.
Ama okutursan,
belki bunu okuyan birisi gülümser...
Her şey gönlünce olsun
ARKADAŞIM..
(kaynak:mailler)

Pazar, Nisan 04, 2010

Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?


MUTLAKA SONUNA KADAR OKUYUN VE OKUTUN....
Şöyle...
Anneanneniz öpülesi elleri parçalanırcasına,
ovalaya ovalaya tarhana yaparken,
siz, “Aman annane be, boş versene” deyip,
marketten hazır çorba alıyordunuz ya...
Anneanne rahmetli oldu ve siz,
o tarhananın tarifini annaneden alıp,
bir kenara yazmadınız ya...
İşte o nedenle siz,
genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.

Ne verirlerse...
Onu yiyeceksiniz.

Kız evlat yetiştiriyorsunuz,
en iyi okullara gönderiyorsunuz...
Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor,
Grammy alanları tek tek biliyor.
Bilmeli...
Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp,
limonata yapmasını bilmiyor!
Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran...
İşte o nedenle kızınız,
genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef...
Torunlarınız da.

Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için,
kek yapmaya üşendiğiniz için...
İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri,
mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan!
Hamur tutmayı,
şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp,
çantasına koymayı bilmediğiniz için,
hamburger bağımlısı oldu.
Tahin-pekmezi “köylü işi”,
vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite”
sandığınız için,
daha 10 yaşında ayıya döndü,
yuvarlana yuvarlana yürüyor,
tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.

Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak?
İstanbul'un güneşi müsait değil, anlarım,
zor mudur İzmir'de, Antalya'da,
Adana'da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun,
içine katkı maddesi konuyor,
zorla beyazlatılıyor diye...
İster tam buğday unundan, ister çavdardan,
hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak?
Bütün ailen kabız...
Tonla para verip,
abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına,
niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?

Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun,
taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun...
Eğri büğrü biberlere,
doğal olduğu için
tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun,
hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun...
Ne işe yaradı senin pazara gitmen?

Kocanız da, bu satırları okuyup,
size akıl verecek şimdi...
Söyleyin ona, ukalalık etmesin,
götürün aktara,
hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin,
ondan sonra konuşsun!

Enginar, börülce, radika,
cibes pişirmekten haberin yok;
gazetelerin tiraj almak için ...sından uydurduğu
...mın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun...
Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun?

Çin'den bal getiriyorlar mesela...
Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar.
Neymiş efendim,
içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan...
İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin!
Ben iddia ediyorum...
Kaşla göz arasında
frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla,
Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz,
sırf karakovan balına sahip çıksa,
Şemdinli'de, Pervari'de terör bile azalır, terör bile.

Uzatmayayım.

Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.

Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce
beynimizin DNA'sını değiştirdi!


Hurrraaa diye köyden kente göçerken,
dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik.
Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.


Dolayısıyla,
ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz...
Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

(nasıl ama,okuduğunuza değdi di mi?)
(kaynak:yine mailler)

Perşembe, Nisan 01, 2010


“Bahaeddin!
Eğer daima cennette olmak istersen,
herkesle dost ol,
hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme
ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,
Fena söyleyici!
Fena öğretici!
Fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan,
daima sevinç içinde olursun..
İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan,
daima üzüntü içinde olursun.
İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,
gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit,
için dikenler ve yılanlarla dolar,
canın sıkılır,
içine pejmürdelik gelir..
Bütün peygamberler ve veliler,
böyle yaptılar,
içlerindeki karakteri dışarı vurdular.
Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,
hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.”

Mevlana oğluna der ki:
Bahaeddin!

Düşmanını sevmek,
düşmanının da seni sevmesini istersen,
kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle,
o düşman senin dostun olur;
Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi,
dilden de gönüle yol vardır.
(kaynak:mailler)