Akşamları, evde oturduğunuz oda dışında kaç odada ampul yanıyor?
Dişimizi fırçalarken su şarıl şarıl akıyor mu?
Ekmeğimiz yenmeden bayatlıyorsa neden?
Acaba gerekenden fazla mı alıyoruz?
Ya bayat ekmekleri ne yapıyoruz?.......
On dokuz yıl evveldi.
Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi.
Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde,
aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
Lütfen diyordu, trastan sonra jiletinizi çöpe atmayın.
Yanda bir kutu var, oraya bırakın.
Bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde "İsveç çeliğinden yapılmıştır" diye yazardı.
İste o ülke,
kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor,
ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.
İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda,
radyolar, televizyonlar,bir haberi duyurur.
Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek.
Siz lütfen hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap,
dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu varsa,
ve levki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa, kapının önüne koyun.
İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun.
Fazla ağaç ziyanına engel olun.
Beş yaşında idim. Babaannem rahmetli, pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyor.
Çocukluk iste, "aman babaanne dedim.
Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?
" Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
"Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun,"dedi.
"Hiç pirinç üretilirken gördün mü?
İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar.
Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri,
emeği, çilesi var biliyor musun?" Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.
Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain'in proposlarini okuyorum. Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa,
bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu.
Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri,
göz nuru, el emeği vardır diyordu.
Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar
Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış,
zavallı kimselerdir.
Böyleleriyle, zavallı, evini mezat salonuna çevirmiş diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçiyor.
İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır
ve su andan itibaren der, Allah şahidim olsun ki,
Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden,
pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
Su üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar,
en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün borçlarını öder.
Bu durumun toplumun bütün kesimlerini,
tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...
Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta,
Gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,
yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla
biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?
Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.
Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,
İlkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.
Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı,
bir at bir komutanı,
bir komutan bir orduyu,
bir ordu bir ülkeyi kurtarır
diyordu..
Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım, ister fakir,
hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Bunda parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.
yazar:bilinmiyor
Salı, Ocak 30, 2007
Pazar, Ocak 21, 2007
Çarşamba, Ocak 17, 2007
SAĞLIK
Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz, bitkinlik,
halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüs ağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını
ruhsal elektriğinizdeki kontak atmalarında aramalısınız."
Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen
organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü
kullanılabilir enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek, koşmak, konuşmak, duymak, uyumak, gülmek,
kızmak, yazmak gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji' ve 'canlılık hissi' arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile 'taş gibi olmayı' istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbası'nın içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç
ve birer parmak keyif, heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
'bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali' olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız.
Yorgunluğunuz, durgunluğunuz, bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüs ağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını
ruhsal elektriğinizdeki kontak atmalarında aramalısınız.
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar, çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde, korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe 'yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi, aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi, mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye, dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin
yalnızca pasta, börek, hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formda bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe, panik, hiddet, kızgınlık,
kabalık, kin ve nefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen,
bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları 'çevresel kirlenme' gibi algılayın.
'Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafa karışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır' diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji, temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin, beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi
fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsil eder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...'
Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin, 'Bu da geçer' deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz, bitkinlik,
halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüs ağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını
ruhsal elektriğinizdeki kontak atmalarında aramalısınız."
Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen
organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü
kullanılabilir enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek, koşmak, konuşmak, duymak, uyumak, gülmek,
kızmak, yazmak gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji' ve 'canlılık hissi' arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile 'taş gibi olmayı' istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbası'nın içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç
ve birer parmak keyif, heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
'bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali' olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız.
Yorgunluğunuz, durgunluğunuz, bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüs ağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını
ruhsal elektriğinizdeki kontak atmalarında aramalısınız.
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar, çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde, korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe 'yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi, aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi, mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye, dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin
yalnızca pasta, börek, hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formda bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe, panik, hiddet, kızgınlık,
kabalık, kin ve nefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen,
bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları 'çevresel kirlenme' gibi algılayın.
'Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafa karışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır' diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji, temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin, beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi
fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsil eder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...'
Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin, 'Bu da geçer' deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
UZAK,YAKIN
İncitmeyecek kadar uzak,
üşümeyecek kadar da yakın olabilmek...
Eski zamanların dondurucu bir kışından
bütün hayvanlar çok etkilenmiş,
büyük kayıplar vermişler.
Ama en çok kayıp veren kirpilermiş.
Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri yok,
kendilerini sıcak tutması zor olan dikenleri var.
Bu durumdan en az zararla kurtulmak için
kirpiler meclisi toplanmış,
çözüm aramaya başlamış.
Tartışa tartışa,
nihayet gece olunca
tüm kirpilerin bir araya toplanmasına,
birbirlerine yakın
durarak geceyi geçirmelerine karar verilmiş.
Böylece kirpiler
birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak,
aralarındaki hava tedavülünü önleyerek
donmaktan kurtulacaklarmış.
İlk geceki deneyimlerinde
bunun işe yaradığını görmüşler.
Ama başka bir problem çıkmış ortaya.
Üşüyen kirpiler
birbirlerine fazla yaklaştıklarından
yaralanmalar gerçekleşmiş.
Daha sonraki gece
yaralanma korkusundan birbirlerinden uzak durmuşlar
ama bu seferde donmalar meydana gelmiş.
Ne var ki,
her gece kah uzaklaşa kah yakınlaşa,
deneye yanıla
birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın,
ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler.
KISACA ;
Bizim de uzun dikenlerimiz var.
Bunlar hayata karşı filtrelerimiz.
Bazen faydalı,bazen de zararlı.
Çoğu zaman,kimseleri yaklaştırmıyoruz yanımıza.
Filtrelerimizden elemeden kimseleri sokmuyoruz özel dünyamıza.
Ne var ki, sıcaklık ancak yakınlaşmakla mümkün.
Birbirini incitmeyecek kadar uzak,
hayatın soğuk zamanlarında
üşümeyecek kadar da yakın olmayı öğrenmeliyiz.
Aynen kirpiler gibi.. !!
üşümeyecek kadar da yakın olabilmek...
Eski zamanların dondurucu bir kışından
bütün hayvanlar çok etkilenmiş,
büyük kayıplar vermişler.
Ama en çok kayıp veren kirpilermiş.
Çünkü onların pek çok hayvan gibi kalın kürkleri yok,
kendilerini sıcak tutması zor olan dikenleri var.
Bu durumdan en az zararla kurtulmak için
kirpiler meclisi toplanmış,
çözüm aramaya başlamış.
Tartışa tartışa,
nihayet gece olunca
tüm kirpilerin bir araya toplanmasına,
birbirlerine yakın
durarak geceyi geçirmelerine karar verilmiş.
Böylece kirpiler
birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak,
aralarındaki hava tedavülünü önleyerek
donmaktan kurtulacaklarmış.
İlk geceki deneyimlerinde
bunun işe yaradığını görmüşler.
Ama başka bir problem çıkmış ortaya.
Üşüyen kirpiler
birbirlerine fazla yaklaştıklarından
yaralanmalar gerçekleşmiş.
Daha sonraki gece
yaralanma korkusundan birbirlerinden uzak durmuşlar
ama bu seferde donmalar meydana gelmiş.
Ne var ki,
her gece kah uzaklaşa kah yakınlaşa,
deneye yanıla
birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın,
ancak birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler.
KISACA ;
Bizim de uzun dikenlerimiz var.
Bunlar hayata karşı filtrelerimiz.
Bazen faydalı,bazen de zararlı.
Çoğu zaman,kimseleri yaklaştırmıyoruz yanımıza.
Filtrelerimizden elemeden kimseleri sokmuyoruz özel dünyamıza.
Ne var ki, sıcaklık ancak yakınlaşmakla mümkün.
Birbirini incitmeyecek kadar uzak,
hayatın soğuk zamanlarında
üşümeyecek kadar da yakın olmayı öğrenmeliyiz.
Aynen kirpiler gibi.. !!
Çarşamba, Ocak 10, 2007
KARTALIN YENİDEN DOĞUŞU
Kartal, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan
kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken çok
ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40'a
dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle
de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.
Gagası uzunlaşır ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve
ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır. Artık kartalın uçması
iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartalın burada iki seçimden birisini
yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve
zorlu sürecini göğüsleyecektir. Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar
sürecektir. Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve
orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde
yuvasında kalır.
Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya
vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan
sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır.
Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini
yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 veya daha uzun süreli
bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır
duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda
kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski
alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak
zorundadayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin
yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlardan tam olarak
yararlanabiliriz.
'Geride kalanları unutmak ve önümüzde bizi bekleyenlere ulaşmak için
hedefime doğru ilerliyorum.'
Graciela
kartallar vardır. Ancak bu yaşa ulaşmak için, 40 yaşlarındayken çok
ciddi ve zor bir kararı vermek zorundadır. Kartalın yaşı 40'a
dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle
de beslenmesini sağladığı avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelir.
Gagası uzunlaşır ve göğsüne doğru kıvrılır. Kanatları yaşlanır ve
ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır. Artık kartalın uçması
iyice zorlaşmıştır. Dolayısıyla kartalın burada iki seçimden birisini
yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve
zorlu sürecini göğüsleyecektir. Bu yeniden doğuş süreci 150 gün kadar
sürecektir. Bu yönde karar verirse kartal bir dağın tepesine uçar ve
orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde
yuvasında kalır.
Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya
vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer.
Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan
sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkarır.
Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini
yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 20 veya daha uzun süreli
bir yaşam bağışlayan meşhur yeniden doğuş uçuşunu yapmaya hazır
duruma gelir.
Kendi yaşamımızda sık sık bir yeniden doğuş süreci yaşamak zorunda
kalırız.
Zafer uçuşunu sürdürmek için, bize acı veren eski
alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak
zorundadayız.
Ancak geçmişin gereksiz safrasından kurtulduğumuzda, deneyimlerimizin
yeniden doğuşumuzun getireceği olağanüstü sonuçlardan tam olarak
yararlanabiliriz.
'Geride kalanları unutmak ve önümüzde bizi bekleyenlere ulaşmak için
hedefime doğru ilerliyorum.'
Graciela
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)