Cuma, Aralık 29, 2006

BAZEN

Bazen

yıldızları süpürürsün, farkında olmadan

Güneş kucağındadır, bilemezsin

Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür

Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın

Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın

Uçar gider, koşsan da tutamazsın

W.Shakespeare

Pazartesi, Aralık 25, 2006

GÜZEL SÖZLER

"Bir insanın yaşamından değerli birşeyi yoksa,
o insanın yaşamının da değeri yoktur."
Tagore
"İnsan yaşadıkça anlıyor ki,
kendi kayığını kendin çekmezsen
bir yerlere gidemiyorsun."
Katharine Hepburn
"Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen
cevizin hepsini kabuk sanabilir."
Gazali
"Kusurlarınızı size söyleyebilecek
arkadaşlar bulun."
N.Borleau
"Olgun insan güzel söz söyleyen değil,
söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen kişidir."
Konfiçyus
"Yaşam,silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır."
John Christian
"Size ne yapacağınızı söyleyebilirler,
ama ne düşüneceğinizi asla!"
Sokrates
"Eğer bir atınız ve bir arabanız varsa,
üç şeye sahipsiniz:
Bir at,
bir araba,
bir at arabası."
Çin Atasözü
"Umut iyi bir kahvaltı,
kötü bir akşam yemeğidir."
Oscar Wilde

Cumartesi, Aralık 23, 2006

MUTLU BİR YAŞAM İÇİN

&Biri sana sarıldığında,
önce onun kollarını gevşetmesini bekle...
&Kendini değiştirebilme gücünü hafife alma,
başkalarını değiştirebilme gücüne de çok fazla güvenme...
&İşi ne denli önemsiz olursa olsun,
ekmek parası için çalışan herkese saygı duy...
&Herkesin önünde öv ama
eleştirilerini bir kenara çekerek söyle...
&İnsanlarla ilişkilerini kötü bitirme.
Aynı nehri kaç kez daha geçmek zorunda kalacağına şaşıracaksın...
&"Bilmiyorum."demekten çekinme...
&Çok çalışarak elde ettiğin birşeyin zevkini çıkarmaya da
zaman ayır...
&İlk önce sen "Merhaba!"de...
&Hiç kimseden asla umut kesme,
mucizeler her gün oluyor...
&Birilerinin umudunu asla kırma,
belki de sahip oldukları tek şey odur...
&Yeterli paranın olmamasını asla dert etme,
sınırlı olanaklar bazen bir lütuftur,
çünkü yaratıcılığı başka hiçbir şey bu denli teşvik edemez...
kaynak:bilinmiyor

Pazar, Aralık 17, 2006

KARADUTUN SIRRI

Oturun dizimin dibine bakem çocuklar bi masal anlatıvereyim:
Bir zamanlar birbirlerine asik iki genc vardi.
Kizin adi Tispe,delikanlinin ise Piremus.
Komsu olduklarindan birlikte büyürler.
çocukken baŞlayan aŞk ateŞi,serpildikÇe onlarla birlikte büyüdü...
Aileleri hiç istemezdi görüşmelerini.
Birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi nedense?
Oysa onlar ölesiye bir aşk beslemeye başladılar birbirlerine.
İkisinden başka kimselerin bilmedigi bir sırları vardı.
İki evin arasındaki gizli çatlak...
Bazı geceler gizlice bu aralıkta buluşur ,
birbirlerine seslerini duyurup aşklarını sözcüklere dökerlerdi.
Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler.
Tispe, ağaca Piremus'dan önce varmıştı.
Gittiğinde, avını yeni yemiş, ağzından kanlar akan
kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi.
Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı.
Boynundaki eşarp, farkında olmadan düşüverdi.
O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup, kalmıştı.
Kocaman aslan, ağzında kanlarla birlikte,
biricik sevgilisi Tispe'nin eşarbını parçalıyordu.
O an aklına gelen ilk ve tek şey,
aslanın Tispe'yi öldürerek yediğiydi.
Tispe'siz yaşayamazdı.
Aklindan geçen, sadece aşkı uğruna canına kıymaktı.
Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı.
Kanlar içindeki cansız bedeni yere düştü.
Tispe'yse korkusunu bir kenara atıp,
bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti.
Ağacın altına geldiğinde,
o korkunç sahneyle yüzleşti.
Piremus'un cansız vücudu yerdeydi
ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarbı tutuyordu.
Tispe sevdiği gencin elindeki eşarbı ve
uzaklaşan aslanı görünce anladı herşeyi.
Tispe bir an bile düşünmeden hançeri çekip çıkardı
ve kendi göğsüne götürdü.
Yaşadıkları ölesiye derin bir aşktı
ve onları ölüm bile ayırmamalıydı .
Az sonra sevgili Piremus'un bedeninin üstüne yığıldı.
O anda Tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler
ve bu çiftin üstünde duran ağacı,
onların aşkına adadılar.
Piremus'un kanını bu ağacın meyvalarına ,
Tispe'nin gözyaşlarınıysa,
ağacın yapraklarına verdiler.
O günden beri kara dutun çıkmayan lekesini,
dut ağacının yaprakları temizler...
Bilir misiniz dut ağacının meyvasının lekesi çıkmaz
ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız ,
lekenin yok olduğunu görürsünüz...
Örtüşen,birbirini temizleyen,
arındıran büyük aşklar yaşamaniz dileğiyle...
kaynak:bilinmiyor

Cumartesi, Aralık 16, 2006

KUŞ

Bazen insanları hafife almak için
"Çocuk gibisin,çocuk gibi davranıyorsun" denir ya.
Bu hikayeden sonra çocuk gözüyle bakmanın
basit olmadığını anlıyor insan.
Babası
İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede
mahkumdu küçük kızın.
Fırsat bulduğu her hafta sonu
babasını ziyaret için
annesiyle birlikte hapishaneye giderdi.
Yine bir ziyarete giderken
babası için çizdiği resmi yanında götürdü
ancak hapishane kurallarına göre
özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin
mahkumlara verilmesi yasaktı.
Bu sebeple
kağıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler
ve oracıkta yırtmışlardı...
Çok üzülmüştü küçük kız.
Babasına söyledi bunu,
o da "üzülme kızım,
yine çizersin;
bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?" dedi.
Küçük kız diğer ziyaretinde
babasına yeni bir resim çizip götürdü.
Bu sefer
kuş yerine bir ağaç
ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
Babası keyifle resme baktı ve sordu:
"Hmmm! Ne güzel bir ağaç bu!
Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?"
Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi :
"Hşşşşt!
O benekler ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!..."

Pazartesi, Aralık 11, 2006

BASÇAVUŞ

Albay, binbaşıya:
-Yarın güneş tutulacak.
Bu her zaman görülen bir şey değildir.
Erleri talim elbiseleri ile talim meydanına getirin de olayı görsünler.
Ben de orada bulunup kendilerine gerekli bilgiyi vereceğim.
Şayet yağmur yağarsa, tabii bir şey göremeyiz.
O zaman erleri, üstü kapalı talimgaha götürürsün.
Binbaşı, yüzbaşıya:
-Albayın emri ile yarın sabah saat dokuzda güneş tutulacak.
Bu her zaman görülen bir olay değildir.
Şayet hava kapalı olursa bir şey görülemeyecektir.
Bu durumda tutulma, kapalı talimgahta gerekli talim elbisesiyle yapılacaktır. Yüzbaşı, teğmene:
-Albayın emri ile yarın sabah dokuzda
talim elbisesi ile güneş tutulmasının açılış merasimi yapılacaktır.
Şayet yağmur yağarsa ki bu durum pek görülen bir olay değildir,
Albay kapalı talimgahta gerekli bilgiyi verecektir.
Teğmen, başçavuşa:
-Yarın sabah dokuzda hava güzel olursa,
talim kıyafeti ile albay tutulacak.
Kapalı talimgahta yağmur yağarsa,
alayın meydanında manevra yapılacak.
Çünkü bu her zaman görülen bir olay değildir.
Basçavuş, askere:
-Yarın sabah saat dokuzda
kapalı talimgahta Albayı tutacağız.
Sabah hepiniz talim teçhizat ile hazır olun.
Askerler kendi aralarında:
-Yarın sabah bizim başçavus Albayı tutuklayacakmış.

Cuma, Aralık 08, 2006

EFLATUN

Eflatun'a iki soru sormuşlar.

Birincisi ; "İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nedir ? "
Eflatun tek tek sıralamış :

- Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki
çocukluklarını özlerler...


- Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Ama sağlıklarını geri
almak için de para öderler...


- Yarından endişe ederken bugünü unuturlar.Dolayısıyla ne bugünü ne de yarini yasarlar...


- Hiç ölmeyecek gibi yasarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler...

Sıra gelmiş ikinci soruya ; "Peki sen ne öneriyorsun?"

Bilge yine sıralamış ;

- Kimseye kendinizi "sevdirmeye" kalkmayın! Yapılması gereken tek şey, sadece kendinizi "sevilmeye" bırakmaktır...


- Önemli olan; hayatta "en çok şeye sahip olmak" değil, "en az şeye
ihtiyaç duymaktır.

Perşembe, Kasım 23, 2006

BEN ÖĞRETMENİM

Öğretmenim;
Sen,
Çiçek çiçek umutların,
Dilenmemiş tutkuları,
O gencecik yüreklerde yaşanan goncaların
Bahçıvanısın...
Senin ellerinde şekillenecek
Ülkemin yarınları.
Senin bestelediğin nameler duyulacak,
Köşe köşe,bucak bucak...
Senin suladığın filizlerin yeşerecek,
Öbek öbek,kucak kucak...
Seninle yürüyecek can damarlarına özsu.
Senin yürek vuruşların yankılanacak
Ülkemin dağlarında...
Senin yaktığın çıralar aydınlatacak
Yarınlarımı...
Seninle dinecek sızılar,
Seninle sarılacak yaralar...

Sen geleceğimizin,
Sen emanet çocukların,
Sen ATATÜRK gençliğinin,
Sen ülkemin herşeyisin...

Çarşamba, Kasım 22, 2006

KÜÇÜK İSTAVRİT

Küçük Istavrit
Küçük istavrit yiyecek bir sey sanip
hızla atıldı çapariye.
Önce müthis bir acı duydu dudağında,
Gümbür gümbür oldu yüregi
Sonra hızla çekildi yukarıya
Aslinda hep merak etmişti
Denizlerin üstünü
Neye benzerdi acep gökyüzü?
Bir yanda büyük bir merak
Bir yanda ölüm korkusu
"Dudagi yaniklar" denir,
şanslıdır onlar
Hani görüp de gökyüzünü,
İnsanı.
Oltadan son anda kurtulanlar
Ne çare balıkçının parmakları
Hoyratça kavradı onu
Küçük istavrit anladı yolun sonu
Koca denizlere sığmazdı yüreği
Oysa şimdi yüzerken
Küçücük yeşil leğende
Cansız uzanıvermiş
dostlarına değiyordu minik yüreği
İnsanlar gelip geçtiler önünden
Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
Yavaşça karardı dünya
Başı da dönüyordu
Son bir kez düşündü derin maviyi
Beyaz mercanı bir de yeşil yosunu
İşte tam o sırada eğilip aldım onu
Yürüdüm deniz kenarına
Bir öpücük kondurdum başına
İki damla gözyaşından ibaret
Sade bir törenle saldım denizin sularına
Bir an öylece bakakaldı
Sonra sevinçle dibe daldı
Gitti, tüm kederimi söküp atarak
Teşekkürü de ihmal etmemişti
Birkaç değerli pulunu
elime avuçlarıma bırakarak
Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme
Sorar gibiydiler,
neden yaptın bunu diye
"BIR GÜN" dedim
"BULURSAM KENDİMİ
YEŞİL LEĞENDEKİ KÜÇÜK İSTAVRİT KADAR ÇARESİZ
SON ANA KADAR HEP BİR UMUDUM OLSUN DIYE"
yazar:bilinmiyor

Pazartesi, Kasım 20, 2006

BİLGELİK

Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış...
Herkes bu ressamın yaptıklarını
kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş...
Ve onu "Renklerin Ustası"anlamına gelen
Ranga Çeleri olarak tanısa da;
kısaca Ranga Guru derlermiş...
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise
artık eğitimini tamamlamış ve
son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş
ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...
Ranga Guru ise;
Sen artık ressam sayılırsın Racaçi..
Artık senin resmini halk değerlendirecek diyerek ;
resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini
ve en görünen yerine koymasını istemiş.
Yanına da kırmızı bir kalem koyarak
halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını
rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış...
Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki,
tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor...
Çok üzülmüş tabii...
Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo
kırmızıdan bir duvar sanki..
Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya
ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.
Ranga Guru ;
üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Raciçi yeniden yapmış resmi
ve gene Ranga Guru'ya götürmüş.
Şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş
Ranga Guru...
Ama bu defa yanına
bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya,
birkaç fırça ile birlikte...
Ve yanına insanlardan
beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden
bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış...
Birkaç gün sonra gittiği meydanda
görmüş ki resmine hiç dokunulmamış,
fırçalar da, boyalar da kullanılmamış...
Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş
ve resme dokunulmadığını anlatmış..
Ranga Guru ise;
"Sevgili Raciçi,
sen birinci konumda
insanlara fırsat verildiğinde
ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi
gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci konumda onlardan
hatalarını düzeltmelerini istedin,
Yapıcı olmalarını istedin...
Yapıcı olmak eğitim gerektirir...
Hiç kimse bilmedigi bir konuyu düzeltmeye kalkmadı,
cesaret edemedi...
Sevgili Raciçi,
mesleginde usta olman yetmez,
bilge de olmalısın..
Emeğinin karşılığını
ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın...
Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
" Sakın emeğini bilmeyenlere sunma
ve asla bilmeyenle tartişma..."
>

Pazartesi, Ekim 23, 2006

Cumartesi, Ekim 07, 2006

ADAK

Sana şiirler okuyacağım,gitme
Güneşler doğacak yalnızlığımdan.
Sana bir ışık getireceğim
Büyük aydınlığımdan.

Sana bir dolu umut getireceğim,
Küçük ellerine sığmayacak.
Sana Afrika gecelerini getireceğim
Sımsıcak.

Sana çiçekler getirceğim
Bozulmuş gül bahçelerinden.
Sana bir serinlik getireceğim,
Yağmur tanelerinden.

Sana avuç avuç yıldız getireceğim,
Güneşimden başka.
Sana engin denizlerin maviliğini getireceğim,
Köpük köpük,dalga dalga.

Sana bir rüzgar getireceğim
Dağlardan,tepelerden.
Gitme sana zamanı getireceğim
Zamanın bittiği yerden.

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

Perşembe, Eylül 28, 2006

BİR KADIN GİTTİĞİNDE

KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde,
peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:
Mutfaktaki dolap, perdeler,
kavanozun içindeki eski düğmeler,
özenle saklanmış küçülmüş giysiler,
dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar,
yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz,
değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Hep böyle olur;
bir kadın gittiğinde;
övgüler, uyarılar, yakınmalar,dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki
"Dikkat et..." duyulmaz,
annesi gitmiştir"geç kalma"nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında.
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
bir ağır işçi,
bir temizlikçi,
bir bakıcı,
bir bahçıvan,
Bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.

YORGUNLUK

vhProf. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz,
bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüsağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını ruhsal elektriğinizdeki
kontak atmalarında aramalısınız.
"Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü kullanılabilir
enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz
bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi
beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek,
koşmak,
konuşmak,
duymak,
uyumak, gülmek, kızmak, yazmak
gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji ve canlılık hissi arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının
ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile taş gibi olmayı istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbasının içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç ve birer parmak keyif,
heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız..
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar,
çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı
bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh,
bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde,
korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi,
aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi,
mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye,
dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin yalnızca pasta,
börek,
hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formada bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe,
panik, hiddet, kızgınlık, kabalık,
kin venefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen, bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları çevresel kirlenme gibi algılayın.
Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafakarışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji,
temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin,
beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsileder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...
'Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin.
Bu da geçer deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip
ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
İnsanlar şişirilen kasları,
silinen kırışıklıkları ile genç kalmıyor.
Genç kalmak,
yaşadığıyla övünebilmek,
istediğinde başını alıp gidebilmek,
istediğinde kaldığı yerden ya da sil baştan başlayabilmektir.
Hayata taraf olmaktır.
Hayatı ıskalamamaktır.
Hayatın içinde kalmaktır.
Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır...

YORGUNLUK

Prof. Dr. Osman MÜFTÜOĞLU
"Yorgunluğunuz, durgunluğunuz,
bitkinlik, halsizlik ve isteksizliğinizin,
uyku bölünmeleri, çarpıntılar yürek sıkışmalarınızın,
sırt-bel-boyun-göğüsağrılarının,
kaşıntı ve egzamalarınızın kaynağını ruhsal elektriğinizdeki
kontak atmalarında aramalısınız.
"Vücudunuz yetenekli bir enerji dönüşüm merkezidir.
Taşıdığınız trilyonlarca hücre,
besinlerle aldığınız gücü enerjiye çevirebilen organcıklarla donatılmıştır.
Yiyecek ve içeceklerle aldığınız gücü kullanılabilir
enerjiye çeviren süreçler,
müthiş bir düzen içinde tıkır tıkır işler.
Bu süreçleri etkileyen pek çok faktör var.
Yaşınız, cinsiyetiniz, hormonal metabolik yetenekleriniz,
genetik mirasınız ve kişisel sağlık hikayeniz
bunlardan bazılarıdır.
HAYAT bir enerjidir.
İhtiyacı olan enerjiyi
beden ve ruhun o müthiş işbirliğinden alır.
Yürümek,
koşmak,
konuşmak,
duymak,
uyumak, gülmek, kızmak, yazmak
gibi hayata ilişkin pek çok şey bu enerjiyi kullanır.
Ne vücudunuzun bol bol enerji üretmesi,
ne de kalorileri yüklenmesi
kendinizi canlı ve güçlü hissetmenize yetmez.
'Enerji ve canlılık hissi arasındaki ilişkiyi
sadece kaloriler belirlemez.
Canlılık hissinde,
biraz ruh sağlığının
ve biraz da duygusallığın yeri olması gerekir.
COŞKUYA ÖNEM VERİN
Enerjik ve canlı kalmayı,
eskilerin deyişi ile taş gibi olmayı istiyorsanız,
hayatın gücünü sadece yediklerinizde,
içtiklerinizde aramayın.
'Hayat çorbasının içine birer tutam huzur,
coşku, sevinç ve birer parmak keyif,
heyecan ve ümit katmaya bakın!
Hayat enerjisinin sadece yedikleriniz,
içtiklerinizde gizli olmadığının farkına varmalısınız.
Sağlığın
bedensel ve ruhsal tam bir iyilik hali olduğunu unutmayıp
fiziksel metabolik süreçlere takılıp kalmamalısınız..
Saydığımız bu ve benzeri sorunlar,
çoğu kez bedenden kaynaklanmıyor.
Biraz korku, endişe,
üzüntü veya güvensizlik dolu olan tabancayı
bir anda patlatıyor.
Eğer ruhsal enerji üretiminizin yeterli olmasını istiyorsanız
şu önerileri bir kenara not alabilirsiniz.
ACELECİ OLMAYIN
Yavaşlayın.
Sağlıklı bir ruh,
bedeni ile yan yana yürüyen,
ona gecede gündüzde,
korkuda sevgide,
tasada, endişede eşlik edendir.
Ruhunuzu bedeninizden ayırmayın,
onu koşturup yormayın.
İşe yavaşlayarak başlayın'.
Ruhunuzu hayatın doğal hızına,
olağan ritmine bırakın.
Yemenizi içmenizi,
aşık olup sevmenizi,
yürümenizi, düşüncelerinizi,
mümkün olduğu kadar yavaşlatın.
Acele etmek için çok da acele davranmayın.
Beden ve ruhunuza baş başa kalmaları,
konuşup anlaşmaları için zaman bırakın.
Daha yavaş yemeye,
dinlenmeye, uyumaya,
zamanı uzatıp daha fazla yaşamaya,
hayatı daha çok paylaşmaya bakın.
Eğer hayata daha çok değmek,
huzur, keşif, neşe eklemek,
hayatı geçmemek istiyorsanız
birinci adımın hep aynı olduğunu unutmayın.
İşe yavaşlayarak başlayın.
DİRENÇLİ OLUN
Size daha çok sağlık veren şeyin yalnızca pasta,
börek,
hamburger
ve kurabiyelere gösterdiğiniz direnç olduğunu sanmayın.
Kaliteli ve formada bir hayat istiyorsanız
direnmeniz gereken çok şey var:
Karamsarlık, korku, endişe,
panik, hiddet, kızgınlık, kabalık,
kin venefreti hayatınıza sokmayın.
KIZIP SİNİRLENMEYİN
Kızmayın, sinirlenmeyin.
Her şey, her zaman daha önce hesaplanan,
ölçülüp biçilenden farklı boyutlar kazanabilir.
Çevrenizde sizi üzen, bunaltan şeyler bazen yoğunlaşabilir.
Bunları çevresel kirlenme gibi algılayın.
Huzurlu olmak,
içe dönük yaşamda daha önceden örgütlü olmaktır.
Kafakarışıklığı, güçlük, çatışma ve karşıtlıklar hep olacaktır.
Marifet, bu durumlarda da sinirlenmemek, kızmamaktır.
İç sükuneti, olabildiğince korumaktır diyor Vincent Peale.
Huzur ve sükunetin ürettiği enerji,
temiz ve organik bir enerjidir.
Kızgınlık, öfke, nefret gibi zararlı katkıları ihtiva etmez.
DAHA ÇOK SEVİN
Daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu daha çok sevmektir.
Sınırsız, karşılıksız sevmektir.
Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz yakıttır.
Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.
BAZEN BOYUN EĞİN
Kabul edin!
Gerektiğinde direnmelisiniz.
Ama uzun süreli dirençlerin,
beyhude karşı gelmelerin,
uzamış streslerin adrenalin,
kortizon ve ensülin gibi fazlası can yakan hormonları artırdığını bilmelisiniz.
Biraz şans, kader, kısmet
ve biraz da ilahi takdir hayatın içinde mutlaka yer almalıdır.
Böyle durumlarda Nehru'dan yararlanın:
'Hayat iskambil oyununa benzer.
Elinize gelen kartlar gerçekliği temsileder.
O kartlarla oyunu nasıl oynadığınız ise özgür iradenizi...
'Elinize iyi kartlar gelmediğinde,
mevcut kartlarla yetinin.
Bekleyin, kabul edin.
Bu da geçer deyin.
Hayat sonsuz bir enerjidir.
Bu enerjiyi sürekli olarak üretmek,
üretirken tükenmemek, tüketmemektir.
Kirletmemek ve iyi yönetmek gerekiyor.
Marifet hayatı uzatmakta değil,
hayatı mutlu kılmakta,
ona yeni ve farklı hayatlar ekleyip
ritmini ve hızını bozmamaktır.
Sevgili Can Dündar çok haklıdır!
İnsanlar şişirilen kasları,
silinen kırışıklıkları ile genç kalmıyor.
Genç kalmak,
yaşadığıyla övünebilmek,
istediğinde başını alıp gidebilmek,
istediğinde kaldığı yerden ya da sil baştan başlayabilmektir.
Hayata taraf olmaktır.
Hayatı ıskalamamaktır.
Hayatın içinde kalmaktır.
Hayata her yaşta ve her sabah yeniden başlamaktır...

Cuma, Eylül 22, 2006

BENİM YAŞLARIM

İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor;
açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını...
Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor.
Azgın bir iştahla öğreniyor.
Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor.
Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor.
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda,
sivilcelenen yüzünden,
değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da
büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu,
açıldıkça o odalardan
devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor.
Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini,
şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor.
Aşk acısını öğreniyor.
Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor:
Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş;
büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor.
25'inde ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı,
sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak,
sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
30'unda muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı,
üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri...
Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar:
"Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları,
"Hakkımı yediler" sızlanmaları,
sırta saplanan hançerler,
çelmeler,
dost kazıkları,
ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan,
evden kaçmadan,
bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan
20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne
yeniden kulak kabartılan yaşlar...
Olgunluğun karasuları...
40'ında eski kotlar dar gelmeye,
saçlara ak düşmeye,
aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor,
erkekleri araba galerilerine;
ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe,
boyalı saçlarla,
içe çekilen karınlarla,
kırmızı arabalarla çare aranıyor.
45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi,
hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet,
böbürlenmenin yerini nedamet,
kinin yerini merhamet alıyor.
"Keşke"ler "iyi ki"lerle,
hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten,
daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de,
öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz,
ara sıra...
Genellenemez tabii;
bunlar benim yaşlarım.
Sonrasını bilmiyorum henüz;
öğrendikçe yazarım.
Can Dündar * * * * * * * * * *

Pazartesi, Eylül 18, 2006

SÜRE Mİ,İÇERİK Mİ?

Acısını yaşamak isteyen bir adam,
kendisine yardım etmesi için
Budist Tapınağındaki bir ustaya gider.
Adam,ustaya sorar:
"Usta,eğer günde dört saat meditasyon yaparsam,
yüksek bilince ulaşmam ne kadar sürer?"
Usta adama bakar e yanıt verir:
"Eğer günde dört saat meditasyon yaparsan,
belki on yılda yüksek bilince olaşabilirsin."
Bundan daha iyi yapabileceğini düşünen adam yine sorar:
"Oh,usta peki günde sekiz saat meditasyon yaparsam,
yüksek bilince ulaşmam ne kadar zaman alır?"
Usta adama bakar ve yanıt verir:
"Eğer günde sekiz saat meditasyon yaparsan,
belki yirmi yılda yüksek bilince ulaşabilirsin."
Adam şaşırır ve sorar:
"Ama daha çok meditsyon yaptığımda,
neden daha uzun zaman alır?"
Usta tebessüm eder:
"Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için gelmedin.
Yaşamak,mutlu olmak ve sevmek için buradasın.
Eğer iki saatlik bir meditasyonda
yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde,
sekiz saat mediyasyon yapmaya kalkarsan
yorgun düşersin,
amacından saparsın ve yaşamdan haz almazsın.
Yapabildiğinin en iyisini yap.
O zaman meditasyonun süresinin değil,
yaşamanın,
sevmenin
ve
mutlu olmanın önemli olduğunu anlarsın."
kaynak:bilinmiyor

Pazartesi, Eylül 11, 2006

BİR SAATLİK DOST


Eden KendineEder
Hızlı bir çalışma temposunun ardından
saatin 5 olduğunu
kat nöbetini devretmeye gelen
hemşire arkadaşlar sayesinde farketmiştik.
Yoğun bir gündü.
Çocuk servisleri
hastanelerin en yoğun ve gürültülü servisleridir.
Artık günün yoğunluğu geçmiş
servis sessiz bir hal almıştı.
Akşam tedavilerini bitirmiş,
ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım.
Çünkü günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye
kendi kendime düşünüyordum.
Kep dağılmış,saç baş karışmış,
yorgun,bitkin bir haldeydim
tedavi odasından çıktığımda.
Aynada kendimi tanıyamadım.
Ofise geldiğimde
hemşire odasının telefonu çalıyordu.
Oturduğum yerden
büyük bir güçlükle ayağa kalktım ve telefona gittim;
karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu,
içlerinde çocukların da bulunduğunu,
damar bulamadıklarından dolayı
acile yardıma gelmemi söylüyordu.
Tüm yorgunluğumu unutmuş
hızla acil servise yönelmiştim ki
diğer telefonda nöbetçi hekimin
cerrahi hekimiyle gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum.
Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:
"Ne yapalım?
Bırakalım ölsün mü bu insanlar?
Gelmek zorundasınız!
Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez!
Nöbet değiştirseydiniz!
Siz Hipokrat Yemini etmediniz mi?"
Konuşma böyle sürüp giderken
gelen asansöre binip koşarak acil servise gittim.
Her yer kan revan içindeydi;
ağlayan,koşuşturan,
yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı.
Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum
ama herkes elinden gelen gayreti gösteriyordu.
Acil serviste yatak kalmamış,
sedyelere insanlar yatırılıp
ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor,
yetersiz kalan personel yerine
hastaları yukarı sevk edilen servise kendi aileleri çıkartıyordu.
Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan
ama durumu da oldukça ağır
15-17 yaş arası bir genç vardı,
gerekli müdahahlesi yapılmış
fakat sevk edildiği beyin cerrahı hekimi
henüz görev yerine gelmediği için
orada bekletiliyordu.
Kendime ait serum ve tedvileri uyguladıktan sonra
o çocuğun başına gidip konuşmaya başladım,
konuştuklarımı anlıyor fakat cevap veremiyordu.
Hayatının son anlarını yaşadığını görüyor
ve yalnız olduğu için korkunç derecede üzülüyordum.
Onu orada yalnız bırakamıyordum.
Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış,
tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı.
Genç iyice kötü olmuştu,
ellerimi sımsıkı tutuyordu.
Bırakma dercesine gözlerinden yaşlar süzüldükçe
kendimi ben de tutamaz hale gelmiştim,
eğildim yanaklarından öptüm.
"Bırakmayacağım seni,
sakin ol,üzülme sakın."diyordum.
Hiç tanımadığım,
daha önce hiç görmediğim bir insana
anlatılmazabir yakınlık hissediyor,
sanki onun acısının aynısını çekiyordum.
Çok acı çekiyordu,
hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından.
Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum.
O artık aramızda değildi,
bu dünyayı terk etmişti
ve ben gelmeyen doktoru suçluyor,
içimden lanetler yağdırıyordum.
Derken beyin cerrhı hekimi gelmişti,
Hastanın
daha doğrusu artık ölmüş gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi.
Çarşafı kaldırdığımda
doktorun hiçbirşey söyleme fırsatı olmadan yere düştüğünü gördüm.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum;
yemekli bir davetten gelmişti,
acaba çok mu sarhoştu
ya da kalp krizi mi geçiriyordu diye düşünürken
diğer hekim arkadaşlar olaya müdahale etmişlerdi bile.
Ölen o gencecik insanın babasıydı bu doktor
ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki!
O an oğlunun acısıyla felç geçirmiş
ve görevine yeniden dönememişti.
Seni yeniden andım Kerem,
ruhun şad olsun,
hayattaki bir saatlik dost.
Bana yıllardır,
yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost!
kaynak:bilinmiyor

Pazar, Eylül 10, 2006

EVE YÜRÜYÜŞ


İspanya'nın güneyinde,
Estopana adlı küçük bir kasabada büyüdüm.
18 yaşındayken bir sabah babam benden,
kendisini arabayla
30 kilometre uzaklıktaki bir tamirhaneye
götürüp bırakmam gerekiyordu.
Araba kullanmayı yeni öğrenmiştim
ve
kullanmak için pek fırsat çıkmıyordu.
Onun için hemen kabul ettim.
Babamı köye götürdüm
ve
öğleden sonra 4'te almaya söz verdim.
Sonra arabayı tamirhaneye bıraktım.
Bir kaç saat zamanım vardı.
Fakat bu işten o kadar keyif aldım ki
bir iki derken ipin ucu kaçtı.
Son filmi izledikten sonra saate baktığımda
saatin altı olduğunu gördüm.
İki saat geç kalmıştım.
Film izlediğimi bilse babamın kızacağını biliyordum.
Bir daha arabayı kullanmama izin vermezdi.
Ona tamirhanede arabanın işinin uzun sürdüğünü
söylemeye karar verdim.
Buluşacağımız yere vardığımda
babamın köşede oturduğunu gördüm.
Geç kaldığım için özür diledikten sonra,
arabanın işinin uzun sürdüğünü söyledim.
Bunun üzerine bana nasıl baktığını anlatamam.
Babam
"Bana yalan söylediğin için çok üzüldüm,Jason."
dedi.
"Ne demek istiyorsun baba?Gerçeği söylüyorum."
diye yanıt verdim.
Babam bana tekrar baktı.
"Sen geç kalınca tamirhaneyi aradım
ve bir sorun olup olmadığını sordum.
Bana henüz senin arabayı almaya gelmediğini söylediler.
Yani arabayla ilgili bir sorun olmadığını biliyorum."
Birden ne kadar büyük bir suç işlediğimi anladım
ve babama gerçeği itiraf ettim.
Babam beni üzgün bir biçimde dinledikten sonra:
"Kızgınım ama sana değil,kendime.
Eğer sen bunca yıldan sonra bana yalan söyleyebiliyorsan,
demek ki ben iyi bir baba olamamışım.
Kendi babasına bile yalan söyleyen bir çocuk yetiştirmişim.
Eve yürüyerek dönecek ve neyi yanlış yaptığımı düşüneceğim."
dedi.
Babama:
"Ama baba ,ev 30 kilometre uzakta
ve hava karardı.
O kadar yolu yürüyemezsin."
diyerek karşı çıktım.
Babam ne özür dilemelerim,
ne itirazlarıma kulak asmadı.
Onu hayal kırıklığına uğratmıştım
ve yaşamımın en acı veren derslerinden birini almak üzereydim.
Babam tozlu yollarda yürümeye başladı.
Ben de onun arkasından arabayla izliyor,
durmadan özür diliyordum.
Sürekli olarak arabaya binmesini rica ediyordum.
Ama beni duymazdan geliyor
ve sessiz,düşünceli,üzgün bir biçimde
yürümeye devam ediyordu.
Babamı 30 kilometre hızla takip ettim.
Babamın hem fiziksel,
hem de duygusal olarak bu denli acı çekmesine
tanık ve sebep olmak
yaşamımın en üzücü ve acı veren deneyimi olmuştur.
Ancak aynı zamanda en büyük yaşam dersini de
bu olaydan aldığımı söylemeliyim.
O zamandan bu yana hiç yalan söylemedim.
kaynak:Jason Bocarro
BASİT BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ,
ANCAK SANIYORUM HEPİMİZE
ALMAMIZ GEREKEN DERSLER VAR.
HERŞEYİN YALAN,DOLAN,
SAHTECİLİK VE İNSANLARI KANDIRMA,
ÇOK KISA SÜREDE,
HİÇ ÇALIŞMADAN
KÖŞE DÖNMEK ÜZERİNE KURULU OLDUĞU
BU FANİ DÜNYADA
GERÇEKTEN DOĞRU,
DÜRÜST VE GÜVENİLİR ARKADAŞLAR,
DOSTLAR BULMAK
NE KADAR ZORLAŞTI FARKINDA MISINIZ?

Salı, Eylül 05, 2006

DUA

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER
Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin..
Vatanınızı terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..
BANA DA DUA EDİN.

DUA

BİR DERVİŞTEN NASİHATLER
Emanete ihanet etmeyin..
Halinizden şikayet etmeyin..
Büyüğünüze emretmeyin..
Boş şeylerde ısrar etmeyin..
Cahillerle sohbet etmeyin..
Nefesinizi boşa tüketmeyin..
İnsanları bekletmeyin..
Etrafınızı kirletmeyin.
Hayatınızı mahvetmeyin..
Kimseye minnet etmeyin.
İnsanları yüzüne karşı methetmeyin..
Kimseye küfretmeyin..
Kötülüğe meyil etmeyin..
Malınızı boşa sarf etmeyin..
Sırrınızı açık etmeyin..
Her şeyi merak etmeyin..
Suçunuzu inkar etmeyin..
Şerefinizi kaybetmeyin..
Vatanınızı terk etmeyin..
İyiliğe niyet edin..
Büyüklere hürmet edin..
Sıkıntıya sabredin.
Aza kanaat edin..
Sözünüzde sebat edin..
Bildiğinizle amel edin..
Hatanızı kabul edin..
Yaramaz ise def edin..
Varken tasarruf edin..
Alimlerle sohbet edin..
Nefsinizle inat edin..
Sofranıza davet edin..
Zararlıysa men edin..
Seviyorsanız ifade edin..
Kalpleri fethedin..
Misafire ikram edin..
Muhtaca yardım edin..
Bilseniz de istişare edin..
Tehlikeye dikkat edin..
Hakkı teslim edin..
Unutacaksanız kaydedin..
Esirgemeyin lütfedin..
Gariplere merhamet edin..
Kazanmaya gayret edin..
Çalışanı takdir edin..
Başarıyı tebrik edin..
Mazereti kabul edin..
Her an tevekkül edin..
Hastaları ziyaret edin..
Çocuğunuzu terbiye edin..
Herkese tebessüm edin..
Güvenseniz de kontrol edin..
İnanmayana ispat edin..
Fakirleri gözetin..
Hayır için sarf edin..
BANA DA DUA EDİN.

HAYATA DOKUNMAK


İnsan yaşamı boyunca anlamamıştır belki,
küçük bir dokunuşun değerini.
Ne yazıya dökülen sözcükler,
ne ağızdan çıkan bir iki kelime,
hiçbiri kafi gelmez küçük bir srılışı tarif etmeye.
Bir yemek tarifi gibi ölçülerini veremezsiniz
bardakla,kaşıkla
ya da terziye verdiğiniz gibi santim santim,metre metre
hesap veremezsiniz.
Hayat daha birşey hissetmemişken,
ilk onunla başlar.
Tanımadığınız birinin elleri arasında buluverirsiniz kendinizi,
bu sizin için ilk temastır.
Belki de daha önce;
tekmelerinizi duymak için,
ilk dokunuşu yaşatmıştır başka biri kimbilir?
Doğum sancılarının yorgunluğuyla,
yatağa yığılıp kalmış olan anneniz
size ilk dokunuşuyla unutmuştur tüm acılarını..
Çocukken,sanki kulaklarımız duymaz,
gözlerimiz görmek istemez.
Dokunmadan bilemez küçük aklımız
sobanın acı veren sıcaklığını.
Yarar,yaramaz ortalıkta koşuşturup,
büyük bir gürültüyle odanın camını indirdiğimizde,
küçük bir cam parçasının delice dokunuşu hatırlatır bize,
camın ne kadar keskin olduğunu.
Derinin içine iyice işlemeden anlamayız
anneannemizin cam kenarına koyduğu kaktüsün bize ettiğini.
Büyüklerimizden gördüğümüz gibi
iki parmağımızı birbirine sürterek
şıklatma işinde de zorlanmıştır bazılarımız.
Mavi beyaz gökyüzü,
yemyeşil çayırlar,masmavi deniz
kendilerine öylece bakılmasını sevmez,
belki de onlar da hep dokunulmak isterler.
Yosun kokularını doyasıya içimize çekmeniz,
bıkıp usanmadan dalga seslerini dinlemeniz kafi gelmez.
Bir dokunuş olmadan sanatta olmaz belki de bir kalemle,
temas eder parmakla,
beyaz sayfaya değmeden hareket edemez ellerimiz,
resimde boyayla sevişir eller,
dansta tenler birbirine kavuşur,
bir piyanonun tuşlarına dokunmadan hayat bulamaz notalar
öylece durduğu yerde.
Ne yediğin balığın tadı vardır;
şöyle kollarını sıvamadan,
ne içtiğin demli çayın;
ince belli bardağın belinesarılmadan.
Tek başına saatlerce ağlaman bile yavan kalır,
bir dostun sıcak kolları arasında ağlayan bir diğerinin yanında.
Sevgi ancak dokunarak anlamını bulur hayatında;
küçük kardeşine sıkı sıkı sarılmadan anlayamazsın
onu ne kadar sevdiğini.
Öyle sıkı sarılırsın ki sanki içine alacak gibi.
Bir öpüşme,
sımsıkı sarılma,
aşkına yardım eder,
ellerin kenetlenmesi bir daha açılmamacasına.
Öpüşürken kokusunu duyarsın,
hala orda olup olmadığını bilmek istermişcesine,
arada bir bakmak istersin,
gözlerini açmadan,
dakikalarca bakmasan da yüzüne;
sevgilin darılmaz korkma.
En yaşanası duygudur,
birbiri için yanıp tutuşan iki bedenin kavuşması,
ne bir söz ne de bir resimle anlatılabilir.
Tüm bunları yalnızca dokunarak yaşamak gerekir.
Sanal dünya,
dokunuşun katilidir.
Sinsi,acımasız,
tatlı tatlı süzülür ekranın arkasından odalarımıza..
Dokunulmazlık duvarları öreriz kolayca dört bir yanımıza,
eksilen her temas,
bir tuğla daha ekler bizim o masum duvarlarımıza..
Teknoloji desen,
yanıbaşında duran,güleryüzlü bir canavar.
Ne telefondaki ses,
ne mesaj kutularını doldurup taşıran sevgi sözcükleri,
yerini alamaz içten bir sarılışın.
Bir yere kadar seni mutlu eden mesajlar,
yıllardır cüzdanında bakmaya doyamadığın fotoğraf,
nasıl alabilir yanıbaşında duran sevginin yerini?
Gün gelecek belkide,
tüm bedenin aralarında anlaşıp;
küçük bir oyun oynamaya kalkacaklar sana.
Gözlerin eskisi gibi göremeyecek sevdiğini,
hatta kulakların duymakta nazlanacak,
sevgi sözcüklerini..
Ama bu anlaşmaya bir tek karşı çıkan ellerin;
son nefesine kadar yanında kalabilirse,
dokunuşları hissedebilecek,
artık bumburuşuk olsalar da..
kaynak:belirsiz

Perşembe, Ağustos 31, 2006

BİR YÖNETİM NE ZAMAN ÇÖKER?


Kanuni Sultan Süleyman,
en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayal eder;
günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer;
çökmeye yüz tutar mı?diye derin derin düşünmeye başlar.
Bu gibi soruları çoğu zaman,
süt kardeşi,meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan,
bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu,
keşfine inandığı Yahya Efendi'ye gönderir.
"Sen ilahi sırlara vakıfsın.
Kerem eyle de bizi aydınlat.
Bir devlet hangi halde çöker?
Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur?
Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?"
şeklinde mektubunu gönderir.
Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı
bir bakıma çok kısa,
bir bakıma içinden çıkılmaz hal alır.
"NEMELAZIM BE SULTANIM!"
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan,
bir mana veremez.
Yahya Efendi gibi bir zatın
böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez.
Söylenmeye başlar.
"Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?"
Nihayet kalkar,
Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir....
Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
"Ağabey ne olur mektubuma cevap ver.
Bizi geçiştirme,soruyu ciddiye al!"
Yahya Efendi duraklar:
"Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi?
Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm
ve
kanaatimi de açıkça arz etmiştim."
"İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım.
Sadece nemelazım be sultanım demişsiniz.
Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra
şu akıl almaz açıklamasını yapar.
"Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa,
haksızlık şayi olsa,
işitenler de nemelazım deyip uzaklaşsalar,
sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese,
bilenler bunu söylemeyip sussa,gizleseler,
fakirlerin,muhtaçların,kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da
bunu da taşlardan başkası işitmese,
işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır,
halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayişe itaat hissi gider,
halkta hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihal de böylece mukadder hale gelir...."
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan,
söyleneni başını sallayarak tasdik eder,
sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alime
memleketinin sahip olduğu için
Allah'a şükreder,
bu türlü ikazlardan geri kalmaması için
tembihte bulunarak oradan ayrılır....
(Mektup,bugün Topkapı'da sergi halindedir.)
bugün mailime geldi
ben çok beğendim
umarım siz de beğenirsiniz

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

UMUT DÜŞÜNCENİN SALTANATIDIR

Umut,daha büyük bir hedef,
daha büyük bir duyarlılık,
daha büyük bir beklenti
ve daha büyük bir akılcılık yönünde istenen değişim isteğidir.
İnsanın geçmişi kayıplarla,
geleceği umutlarla doludur.
Umut oldum olası dilek,
istek ve beklentilerle karıştırılmıştır.
Bu dilek,istek ve beklentiler
umut olarak kabul edilseydi;
daha iyi bir araba,
daha iyi bir ev,
daha iyi bir banka cüzdanı,
daha iyi giyim kuşam sahibi olanlar
umut dolu kişiler mi olacaktı?
Bunlar olsa olsa daha fazla tüketme
ve sahiplenme ihtirasına sahip kişiler olacaklardır.
Umudun tanımına mutlaka giren iki şey vardır:
Zaman ve gelecek.
Umut,
ne dündür ve ne de şimdidir.
O hep yarınlarla yaşamayı sever .
Zaten geleceğe bakış,
umudun hamurunda yatmaktadır.
Bu,
yarın ve gelecek beklentisi,
gün gelir
yaşamın bitmesiyle,
umudu,
ölümün ötesine bile taşır.
Asılmakta olan kişinin bile,
ip kopacaktır diye umudu vardır.
Umudun peşine takıla takıla
bir gün mezarlığın kapısını çalarız.
Diğer taraftan da umudunuzu kaybettiğiniz anda
cehenneminizi ölmeden de yaşamaya başlarsınız.
İnsan için,
yaşamı akışına bırakmak;
çabasız,amaçsız ve atılımsız duruma gelmek demektir.
Hiçbir zaman olamayacak bir şeyi ısrarla umut etmek,
insanı devamlı bir karamsarlığa sürükler.
Umut;
umut edilen şeyin,
olabilirliği oranında mutluluk kaynağı olur.
Umut;
büyük bir canlılık,
duyarlılık
ve
olumlu düşünce üretimiyle oluşan bir değişim isteğidir.
Umut;
yaşamaya,
yaşamı güzelleştirmeye eşlik eden bir ruhsal hareketliliktir.
Umut;
varlıklı bir kişi için belki,
yemeğin üstüne yediği bir tatlı olabilir.
Ancak yoksul için,
kuru bir ekmek parçasıdır da.
Dünya üzerinde çok sayıda insan,
umutlarını,
direnme güçlerini
ve
hatta inançlarını yitirip,
köleliklere
ve
bağımlılıklara sarılmak kolaylığına girmektedirler.
İnsan umudunun,
hatta inancının boşa çıkabileceği gerçeğinden
bu deneyimini yaşamazsa
bu duygularının nasıl daha güçlü
ve
bastırılamaz duruma geldiğini anlayabilir?
Ama bir çoğumuz,
korkusunu gizlemek için şarkı söyleyen insan örneği,
çıkardığı gürültülü ezgilerin içinde kaynayıp gidiyoruz.
Boynumuzu tutsaklığa uzatıveriyor,
kulun kulluğuna gönüllü olarak katılıveriyoruz....
Kısacası,
cesaretimiz yoksa,
umut etmeye de hakkımız yok.
Umudunu tümüyle kaybeden insan,
yaşamdan adeta kaçar,
yaşamı kökünden yok etmek ister.
Ardından da yaşamdan kırılan umut,
yıkıcılığa,şiddete,kine,nefrete dönüşür.
Artık yok etmek isteği,
yaşamın,
kendisinin ya da başkasının olduğu
onun için farketmez.
Oysa yaşanan gün nasıl olursa olsun,
beklenen gün her zaman daha güzeldir.
Çünkü insanın geçmişi hep kayıplarla,
geleceği de hep umutlarla doludur.
Ummak,
mutluluk merdiveninin ilk basamağıdır.
Çünkü umut,
yaşam binsının temel harcıdır.
İyice düşünün,karar verin.
İstediğiniz nedir?
Silik,beklentisiz,
havanın esişine,suyun akışına bırakılmış bir yaşam mı?
Ancak düşünen insanın umut etmeye hakkı vardır.
Umut bir yerde de
duyulan değişim isteğidir
ve
insanın yarınlarına borçlanmasıdır.
Unutmayın:
UMUT DÜŞÜNCENİN SALTANATIDIR
kaynak:bilinmiyor



Bu

Salı, Ağustos 29, 2006

ÜÇ TANE SARI GÜL


Süpermarkete alışveriş için girmemişteim aslında..
37 yıllık kocamı kaybedeli bir hafta olmuştu
ve
bu dükkanda onunla ne tatlı anılarımız vardı.
Rudy sarı gülleri çok sevdiğimi bilirdi.
İçim hem sevinç hem hüzünle doluydu.
Birkaç şey alıp sepete attım.
Tek kişi için alışveriş,
iki kişiye alırkenden daha çok düşündürüyor insanı.,
nedense..
Et reyonunun önünde bifteklere bakıp,
Rudy'nin bunlara nasıl bayıldığını hatırlarken
bir genç kadın geldi yanıma..
İnce,uzun,güzel bir sarışındı..
Bir kocaman pirzola paketi aldı,
sepetine attı..
Sonra durdu,düşündü,
pirzolaları sepetten çıkarıp,
tekrar rafa koydu..
Ona tebessüm ederek baktığımı farketti aynı anda..
"Kocam pirzolayı çok sever,
ama bu fiyatla da alamam ki..
Bilemiyorum.."
Dokunsalar ağlayacağım..
Mavi gözlerinin taa içine baktım.
"Kocam sekiz gün önce öldü."
dedim,
sesimin titremesini kontrola çalışarak..
"Alın bu pirzolaları
ve
birlikte olduğunuz her anın hazzını yaşayın.."
Başıyla evetledi..
Pirzolaları tekrar sepetine koydu ve yürüdü..
Ben de süt,peynir reyonuna gittim.
Şimdi artık hangi büyüklükte süt almalıyım,diye düşünürken,
bana doğru gelen yeşil elbiseye dikkat ettim.
Oydu..
Sarışın kadın..
Yüzünde o güne dek rastlamadığım kadar güzel
ve anlamlı bir tebessüm vardı..
Göz göze geldik..
"Bunları size aldım."dedi.
"Kasaya vardığınızda,parasının ödendiğini göreceklerdir.."
Uzandı,yanaklarımdan öptü ve..
Ve sepetime,
uzun saplı üç sarı gül bıraktı..
Ona ne yaptığını,
bu güllerin benim için ne mana ifade ettiğini söylemek istedim,
ama mümkün mü?..
Hıçkırıklara boğulur ve gözyaşlarım görmemi hızla engellerken,
uzaklaştığını hayal meyal seçtim..
Sepetimdeki sarı güllere baktım..
Hem de üç taneydiler..
Nerden biliyordu?
Birden anladım..
Bilmiyordu ki..
Dükkanda yalnız değildim..
Gözlerimde yaşlarla yukarı doğru baktım..
"Rudy.."dedim..
"Rudy,beni unutmadın,beni hala bırakmadın değil mi?.."
Rudy,gene benimle gelmişti alışverişe..
Bu kadın onun perisiydi..
"Ağlamak güzeldir..
Süzülürken yaşlar gözünden,
Sakın utanma.."
Aynen öyle..Geliyorsa içinizden aldırmayın..
Ben de öyküyü çevirirken ağladım zaten..
HATTA BEN DE BLOGA YAZARKEN AĞLAMAKLI OLDUM.
En iyi ağlamayı,en çok sevenler bilir!..
Tüm sevgililere bir gönül gülü de benden..
kaynak:yok

Perşembe, Ağustos 24, 2006

PAPATYA FALLARI

PAPATYA FALININ HİKAYESİ (Seviyor mu Sevmiyor mu?
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında,
küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış.
Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş.
Bir süre sonra,yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup,bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya başlamış.
Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş.
Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken,
vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş.
Bir anda afallamış.
Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememiş.
İçinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli,
hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
"Merhaba" demiş papatyaya,
"sizi uzaktan gördüm ve yanınıza gelmek istedim."
.Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar.
Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı,tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş.
Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar.
Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler.
Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş.
Minik kelebek papatyayı çok sevmiş.
O kadar çok sevmiş ki,bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş.
Ama cesaret edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü.
Onu kırmaktan,incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş.
Papatya da kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından,
bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş.
Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış.
Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını,
gücünün tükendiğini anlayınca,papatyaya dönmüş ve;
"Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek"demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş.
"Neden" demiş."Yoksa benim yanımda mutsuz musun?".
"Hayır" demiş kelebek.
"Bilakis,sen benim hayatıma anlam kattın.
Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür.
Ve ben de ömrümü tamamladım.
Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını,
daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde,
son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak.
Papatya donakalmış.
Sadece "Bende..."diyebilmiş kelebeğin arkasından.
Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış.
Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya,"seviyormuş" diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri,bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu,sevmiyor mu?"...

Salı, Ağustos 22, 2006

ÇALIŞAN KAZANIR

Babamın çok ilginç fikirleri vardır.
Biz on iki kardeşiz.
Babam her zaman on dört kişilik bir orduyu beslemenin
ne kadar zor olduğunu söyler.
Bir sabah kahvaltıda,
aileyi,
komiteler kurarak yönetmenin akıllıca olduğunu söyledi.
Sonra da planını açıkladı.
Ailenin bütün üyeleri,
yaşlarına
ve
özel ilgilerine göre kurulacak üç komiteden birinde görev alacaktı.
Satın alma komitesi,
yiyecekleri,üst başı,
ev eşyasını ve spor gerçlerini satın alıyordu.
İğneden ipliğe kadar her şey bulunan
büyük bir mağazadan alış veriş yapıyordu.
Böylece başka mağazalara
ve dükkanlara gitmek için yapılan yol masrafı azalıyordu.
Yararlı işler komitesi,
boş yere elektrik ve su kullananlardan para cezası kesiyordu.
Teftiş komitesi,
işlerin programa göre yapılıp yapılmadığını inceliyordu.
Harçlıklara,armağan ve cezalara da
kurul karar veriyordu.
Kurul ayrıca,
ek işler için gündeliği de onaylıyordu.
Lili sekiz yaşındaydı.
Uzun ve yüksek bir tahta perdeyi,
bir dolara boyması istendi.
-Lili çok küçük daha,
dedi annemiz.
O bu işi yapabilir mi?
Babamız gülümseyerek cevap verdi:
-Parnın değerini şimdiden bilmeli.
Üstüne aldığı bir işi başarmayı denemeli.
Bir çift paten almak için para biriktiren Lili de
bu işi yapmak istiyordu.
-Bir işe başlayınca bitirmek gerek.
Bunu unutma Lili,diye uyardı babam.
-Bitiririm baba.
Bitireceğime güvenim var.
Lili her gün okuldan sonra
ve hafta sonu tatillerinde çalışıyordu.
Bazı geceler yorgunluktan uyuyamıyordu.
Bu duruma çok üzülen babam da
onunla birlikte uyuyamıyordu.
Ancak Lili'nin üstüne aldığı işi başarma dileğini
engellememek için karışmıyordu.
Annemiz durmadan:
-Lili çok yoruldu.
diyordu.
-Az kaldı,diyordu babam.
Lili böylelikle paranın değerini öğrenmiş oluyor.
Bitirdiği işin ödülünü de görecek.
Lili,
işi bitirdiği zaman coşkuyla babamıza gelerek:
-Bitti baba.dedi.
Umarım ki beğenirsin.
Şimdi paramı ver.
Babam parayı verdi:
-Çok sevindim yavrum,dedi.
Bana belki kızdın,
ama gerçek olan birşe yvarsa
o da sizin iyiliğiniz için çalıştığımdır.
Eğer gidip yastığının altına bakarsan,
seni ne kadar sevdiğimi anlarsın.
Lili'nin yastığının altında
bir çift paten vardı.
kaynak:
Frank Gilberth
Gilberth Carey

Salı, Ağustos 15, 2006

GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

Can Dündar yazısı

Milliyet'in 3. sayfasında bir haber :

"12 yaşındaki kız internette tanıştığı adama kaçtı. "

Sayfayı çevirin:

Edirne'de sevişirken görüntülenen liseli kızın fotoğrafları...Ve günlerdir Mardin'den Sivas'a kadar Türkiye'nin dört bir yanından 12 -13 yaşında küçük kızlara tecavüz haberleri...

Madalyonun bir yüzünde ağzı salyalı sübyancılar var. Peki diğer yüzünde?...

Alttan alta inanılmaz bir " ergen ihtilali "yaşadığımızın farkında mısınız? Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğünüz ağır makyajlı,cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?

Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm.

Dinlediklerime inanamadım:

" 14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor " muş.

Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie ' nin fotoğrafıyla gelmiş ve " Bunun ki gibi dudak istiyorum " demiş.

18' lik bir lolita da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış.

" En büyük istekleri " neymiş biliyor musunuz?

Zara'nın ya da Diesel' in 34 bedenine sığmak...Bunun için yarışıyorlarmış: " Çünkü televizyonda gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım.

Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var.

Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar. "

Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir " patlama" olduğunu söylüyor:

"Ben de anneyim, 18'lik ' lipolu ' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum.

Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip; ' Dudağımızı şişir' diyenleri ' Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum. "

Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı:

"Genç nüfusta müthiş bir uyanma var " diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor :

Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17' den 11 - 12' ye geriledi.

Amerika'da10 yaşa kadar düştü. Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık...

Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri " psiko -

seksüel uyarımın artması "...Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması... Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor.

Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor. Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...

Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...

Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz:

İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki?

Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "

Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt " öğüdü verebiliriz ki?

Yasak çare değil... Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.

Bu toplum nereye gidiyor sizce........

CAN DÜNDAR

SUSMAK

Susarız…
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da
gereksiz ve
anlamsız buluruz…
Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve
sessiz bir
tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir
katılıştır
söylenenlere…
Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin
ortak değerleri
yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada
birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir
süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git
lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…
Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine
yaralanmışızdır ki
yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir
söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk
kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır
belki…Fark edilmesi ve
onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir
delil olarak kalır karşımızdaki için…
Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait
aleyhte
deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan
kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir
soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin
muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha
bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar
mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye
başladığı yerdir susmak…
Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır
yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir
ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez
hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu
yerdir suskunluğumuz…
Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli
gelmediği ve
hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve
kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup
duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta
konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve
siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve
sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının
ertelenmiş halidir susmak…
Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme
riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…
Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun
ayırdımında
olduğumuz bir gidişin…
Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran
bir kayıp,
yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir
yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından
emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir
yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir
şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş
gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve
beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek
susuştur yaşadığımız…
Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey
anlatır
yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi
hapseden sessiz bir eylemdir…
Esin ARDIÇ

Perşembe, Ağustos 10, 2006

MEVLANA

MEVLANA'NIN 7 ÖĞÜDÜ
-Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
-Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
-Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
-Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
-Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
-Hoşgörülükte deniz gibi ol.
-YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN,
YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL!

Pazar, Ağustos 06, 2006

ÇOCUK YETİŞTİRMEK

SAĞLIKLI,MUTLU ve BAŞARILI ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN
İstediğiniz gibi bir çocuk yetiştirmeniz
söylediklerinizden çok,
kurduğunuz ilişki biçimine bağlıdır.
Çocuğunuzun hayat yolunu çizemezsiniz,
ona ancak kendi yolunu çizebileceği bir harita verebilirsiniz.
Sevginin büyükten küçüğe,
saygının küçükten büyüğe yöneleceği
doğru değildir.
Büyüğün küçüğe gösterdiği saygı,
küçüğe saygılı olmayı öğretir.
Çocuğa saygı demek,
çocuğun bağımsız bir varlık olduğunu kabullenmektir.
Çocuğunuza vereceğiniz en değerli hediye
ilgi ve zamanınızdır.
Hoşgörü
karşımızdakini istediğimiz gibi olmaya zorlamak değil,
kendi istediği gibi olmasına olanak vermektir.
Anne-baba olmanın en zor tarafı,
bir şeyin nasıl doğru yapılacağını bildiği halde,
yanlış yapılmasına sabır göstermektir.
Çocuğunuza örnek vereceğinize,
ona örnek olun.
Çocuk,
anne-babanın
görülen birçok özelliğini aldığı gibi,
gözle görülmeyen özelliklerini de alır.
Çocuğunuz bağımsız bir birey olacaktır.
Onu sizin kişiliğinizin değerlendirileceği bir karne gibi görmekten vazgeçin.
Çocuğunuzun doğru davranmasını
uzaktan kumanda ile sağlayamazsınız.
"Ellerini yıka."
"Dişlerini fırçala."
"Odanı topla."demek yetmez.
Çocuğunuza hergün zaman ayırın.
Önemli olan ayırdığınız zamanın uzunluğu değil,
ayrılan süreyi onu mutlu edecek biçimde kullanmaktır.
Günümüzde birçok evde tv,
çocuk bakıcısı olarak kullanılmaktadır.
Çocukların eğitiminden tv değil,
anne-babalar sorumludur.
Çocuğunuza paranın değerini öğretin.
Her konudaki alım kararının
öncelikle ucuz-pahalılıkla değil,
alınacak nesnenin
bu paraya değer veya değmez oluşu ile olduğunu anlatın.
Çocuğunuzun yanlışlarını değil,
doğrularını yakalayın.
Eğitmek,
doğru tepki vermektir.
Önemli olan
çocuğunuzun kardeşine veya arkadaşlarına kıyasla ne kadar başarılı olduğu değil,
kendi yapabileceklerine kıyasla ne kadar başarılı olduğudur.
Çocuğunuzun başarılarını övün.
Ama överken aşırıya kaçmayın.
Samimiyetinizden şüpheye düşebilir.
Çocuğunuza çocuk gibi davranırsanız,
o da hep çocuk gibi kalır.
kaynak:psikolog dr.Acar Baltaş
ana-baba el kitabı

Cumartesi, Temmuz 22, 2006

BULUNMAYACAK TEK ŞEY



BULUNMAYACAK TEK ŞEY
Ayakkabıcı,
yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken,
sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi.
Okullar kapanmak üzere olduğundan,
spor ayakkabılara rağbet fazlaydı.
Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama,
küçük bir dükkân için yeterliydi.
Onların en güzelini ön tarafa koyunca,
çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı.
Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı.
Hem de güçlükle...
Adam ona bir kez daha göz attı.
Üstündeki pantolonun sol kısmı,
dizinin alt kısmından sonra boştu.
Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.
Çocuğun baktığı ayakkabılar,
sanki onu kendinden geçirmişti.
Bir müddet öyle durdu.
Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda,
adam dükkândan dışarı fırlayıp:
"Küçüüük!" diye seslendi.
" Ayakkabı almayı düşündün mü?
Bu seneki modeller bir hârika!"
Çocuk, ona dönerek:
"Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti,
"Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".
"Bence önemli değil!" diye atıldı adam.
"Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!
Kiminin eli eksik,kiminin de bacağı.
Kiminin de aklı veya vicdanı."
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu.
Adam ise konuşmayı sürdürdü:
-"Keşke vicdanımız eksik olacağına,
ayaklarımız eksik olsa idi."
Çocuğun kafası iyice karışmıştı.
Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
"Anlayamadım!. dedi.
Neden öyle olsun ki?"
-"Çok basit!" dedi, adam.
"Eğer yoksa, cennete giremeyiz.
Ama ayaklar yoksa, problem değil.
Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak.
Hâttâ sakat insanlar,
sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti.
O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi.
Adam, vitrine işaret ederek:
-"Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi.
"Denemek ister misin?"
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
-"Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi,
"Almam mümkün değil ki!"
-"İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!"
dedi adam,
"Bu durumda 20 liraya düşer.
Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."
Çocuk biraz düşünüp:
-"Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi,
-"Amma yaptın ha!" diye güldü adam.
"Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."
Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı.
Adam, devam ederek:
-"Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.
-"İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk,
"Üçe geçtim sayılır."
-"Tamam işte!" dedi adam.
"5 Lira da öğrenci indirimi yapsak,
geri kalır 5 lira.
O da zâten pazarlık payı olur.
Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"
Ayakkabıcı,
çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi.
İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu.
Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı.
Bir tabure alıp döndükten sonra,
çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.
Ve çıkarttığı eskiyi göstererek-
"Benim satış işlemim bitti!" dedi,
"Sen de bana,bunu satsan memnun olurum."
-"Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk,
"Onun tabanı delinmek üzere.
Eski bir ayakkabı, para eder mi?"
-"Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam,
"Antika eşyalardan haberin yok her hâlde.
Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar.
Küçük çocuk,
art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.
Mutlaka bir rûyada olmalıydı.
Hem de hayatındaki en güzel rûya.
Adamın,
heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı
kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra,
10 liralık banknotu geri vererek:-
"Bana göre 20 lira yeterli." dedi.
"İndirim mevsimini başlattınız ya!"
Adam onu kıramayıp parayı aldı.
Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu.
Eğer bütün mallarını bir günde satsa,
böyle bir mutluluğu bulamazdı.
Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu.
Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.
Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
-"Babam haklıymış!" dedi.
"Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."
Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir",

kaynak:bilinmiyor

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

24 SAAT

"İşlerim çok.
Başka hiçbir şeye bakamıyorum."
Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım.
Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar
"çok yoğun";
bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar
"çok yoğun";
benden başka herkes ama herkes çok yoğun.
"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay.
Evde oturup yazıyor sadece.
Çalışmaktan haberi yok."
İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim.
"Bugün şunu yetiştirmem lazım;
yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım,
birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var,
sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."
Hayatı boşvermek istedikten sonra
"yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki.
Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp,
dizi izleyip yaşayarak da"yoğun" olabilirsiniz.
"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım."
E yapma.
"Ay seni arayacaktım,
hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum>ki..."
Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti.
Yani "kafama uçan daire düştü,
hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur.
Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez.
En azından yemek yemek, uyumak
ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir.
Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla
en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi?
Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak
"çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum.
Eğer biriyle aylarca görüşmüyor
ve "işlerim var, ondan" diyorsanız,
bunun iki anlamı vardır:
a) Ben aynı anda iki işi yapamam.
Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam.
Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem.
Hayatım allak bullaktır.
Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b) Seninle görüşmek istemiyorum.
c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum.
Bu mazerete gerçekten inanmışım.
Kimi kandırıyorum ki?
(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.)
Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz.
Çünkü biriyle görüşmek isterseniz,
mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle
bu "çok çalışıyorum da;
başka bir şeye bakamıyorum"
muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım.
Bir insandan örnek vereceğim.
Şu an için kendimi örnek veremem
çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için
kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok.
Neyse canım, bana ne?
Ben yazıyor muyum? Yazıyorum.
Paramı alıyor muyum?Alıyorum.
Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor.
Ama şunu da belirtmem gerek.
Öğrencilik hayatım boyunca
hiçbir zaman derslerin, sınavların,çalışmaların,
zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim.
Benim için okul her zaman ikinci plandaydı.
Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa,
yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim
ve filmi izledim;
canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce
gezmek istediyse çıkıp gezdim;
ders çalışmayı planladığım gece
bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim"
dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim.
Çünkü benim için"sevdiğim insanlar"
ve "kendime vakit ayırdığım hayatım"
herşeyden önemliydi.
Hayatımda hiç kimseyi
"çalışmam gerek" diye geri çevirmedim.
Bir arkadaşa
"hayır, eve gideceğim" dediysem,
bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı.
En önemli işin başında da olsam,
bir dostum
"seninle konuşmaya ihtiyacım var"
dediğinde ben tüm işleri bırakırım.
Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz",
kıskançlıklarla
ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.
Elbette boş boş oturun demiyorum.
Çünkü hayat aynı şekilde,
boş boş oturulmayacak kadar da değerli.
Ama iş dediğiniz şey,
sevdiklerinizle, kendinizle,
hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa,
inanın bunda büyük bir terslik vardır.
Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan
ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar
işlerine gömülmeyi
kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii.
Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.
Neyse, geçeyim örnek kişime:
Ben ortaokul hayatım boyunca Soma\'da yaşadım.
(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...)
Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası.
(Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.)
Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı.
(Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.)
Yani haftanın beş günü,
ciddi anlamda "sabahın körü" diyebileceğiniz bir saatte
işinin başında olmalıydı.
Bu durumda erkenden yattığını
ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz,
değil mi?
En azından
benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için
bu çalışma tarzı
"işe git, eve gel,yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu"
düzenini gerektiriyor.
Ve hafta sonları da
"hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum"
diye evde yatarak geçirilirdi.
Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden
bunlara laf da söylenmezdi.
Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?"
demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.
Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?
Büyük harflerle cevap veriyorum:
HAYIR, ASLA...
Akşam eve döndüğünde sosyal"
topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi.
Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi.
Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini
sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi.
Hemen hemen her hafta sonu mutlaka
ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik.
Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim.
Haftanın her günü sabah altıda işte olan
ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam,
(bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba)
evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya
iki saat uzaklıkta olan İzmir'e götürdü.
Hayır, hafta sonu değil.
BÜTÜN GÜN
çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler
ve gece yarısını geçe döndüler.
Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için
"çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan"
gibi bir mazeret sunmasın.
Ben inanmıyorum.
Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir.
Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir.
Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum.
Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim.
Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok.
Vakit ayırmak istersen,
istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin.
Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş
ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de
bir demet sunmak istiyorum.
Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.
"İşim var, vaktim yok"
diye saçmalamaya
ve daha da korkuncu
bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak
acilen okuyup kendimize geliriz:
-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız,
bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir.
(Bertrand Russell)
-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan,
sonunda çalıştığı yerin başına geçer
ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya",mahkum olur .
(Robert Frost)
-Mutluluğun formülü,
gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.
(Edward Newton)
-Bitap bırakan günlük yaşam,
ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir.
(Anton Çehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa,
ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.
(L. P.Smith)
-Kalitenizin ölçüsü,
boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.
Medeniyetlerin kalitesi de
insanlara sağladığı boş zaman
ve bunun kalitesi ile ölçülür.
(Irwin Edman)
-Babam bana çalışmayı,
fakat işin esiri olmamayı öğretti.
Şimdi okumanın,
hikaye anlatmanın,
şakalaşmanın,
konuşmanın ve gülmenin iş kadar;
hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum.
(Abraham Lincoln)
-Boş zamanı iyi değerlendirmek,
çok ciddi bir sorumluluktur.
(William>Russell)
VE BENİM FAVORİM:
"Yeterli zamanım yok deme.
Büyük insanların da günleri 24 saattir..."
Can Dündar
TEŞEKKÜRLER CAN DÜNDAR
UMARIM ÇOK KİŞİ BU YAZIYI OKUR DA DERS ALIR.

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

YAŞAM

Bir yerlerde tıkanıp kaldıysa hayat,
soluk almak güçleştiğinde,
Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,
Dağlara dönmeli yüzünü insan.
Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;
Yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak....
Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa,
Gerçekleştirmeyi denemeli!
Her geçen gece,
ölüme bir gün daha yaklaştığını zamanın bir nehir,
Kendisinin bir sal olup da,
O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.
Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,
Her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,
Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;
Küçük şeylerle başlamalı belki;
örneğin, bir kaç durak önce inip servisten, otobüsten;
yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;
Gördüğünü hissedebilmeli!
Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,
Değerli olabilmeli hayat!
İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!
Başkasının yerine koyabilmeli kendini;
Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!
Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!
Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı;
Sevgisiz, soysuz kalarak!
Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,
Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...
Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...
Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda;
Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!
Bir çocuğun ilk adımlarında umudu;
bir gencin düşlerinde geleceği;
Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli!
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi,
mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli!
Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı;
Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için;
kaçırmamalı!
Çünkü hiç düşmemişsen,
el vermezsin kimseye kalkması için,
hiç çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin;
ağlamayı bilmiyorsan,neşesizdir kahkahaların;
Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...
Ne, herkesi düşünmekten kendini,
ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!
Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın;
hep vermek ya da hep almak için...
Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,
Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!
Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...
Hafızası olmalı insanın;
hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!
Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak!
Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!
Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;
Ama kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;
Zaman bulabilsin;
Bir teşekkür, bir elveda için...
Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer;
Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;
Ama herkesi sevemeyeceğini de
her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!
Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...
Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...!
Can Dündar