Çarşamba, Şubat 27, 2013

Bir Saatlik Dost (Yaşanmış bir hikaye)


(Uzun ama okumaya değer bir yazı)
Hızlı bir çalışma temposunun ardından 
saatin beş olduğunu 
kat nöbetini devretmeye gelen hemşire arkadaşlar sayesinde fark etmiştik. 
Yoğun bir servisti çalıştığım servis, 
çocuk servisleri hastanelerin en yoğun 
ve gürültülü olan servisleridir. 
Artık günün yoğunluğu geçmiş 
servis sessiz bir hal almıştı.
Akşam tedavilerini henüz bitirmiş 
ofiste çay içmeye gitme telaşındaydım. 
Çünkü 
o günün ilk çayını içme fırsatı yakaladım diye 
kendi kendime düşünüyordum. 
Kep dağılmış, saç baş karışmış, 
yorgun bitkin bir haldeydim tedavi odasından çıktığımda.
 Aynada kendimi tanıyamadım. 
Ofise geldiğimde hemşire odasının telefonu çalıyordu. 
Oturduğum yerden büyük bir güçlükle ayağa kalktım 
ve telefona gittim. 
Karşıdaki ses acilde trafik yaralılarının olduğunu,
içlerinde çocukların da bulunduğunu, 
damar bulamadıklarından dolayı
 acile yardıma gelmemi söylüyordu. 
Tüm yorgunluğumu unutmuş 
hızla acil servisine yönelmiştim ki 
diğer telefonda nöbetçi hekimin 
nöbetçi beyin cerrahı hekimiyle 
gelip gelmeme konusundaki tartışmasını duydum.
 Nöbetçi hekimin sesi ortalığı çınlatıyordu:
— Ne yapalım? Bırakalım ölsün mü bu insanlar? 
Gelmek zorundasınız!
— Gittiğiniz davet beni ilgilendirmez! Nöbet değiştirseydiniz. 
Çok önemli bir davetti madem.
— Siz Hipokrat yemini etmediniz mi?
Konuşma böyle sürüp giderken gelen asansöre binerek 
koşarak acil servisine gittim. 
Her yer kan revan içinde, 
ağlayan, koşuşturan, 
yakınını bulmaya çalışan bir yığın insan vardı. 
Bu kalabalıkta sağlıklı bir iş nasıl yapılırdı bilmiyordum, 
ama herkes elinden geleni, 
birilerine bakma gayretini gösteriyordu. 
Acil serviste yatak kalmamış, 
sedyelere insanlar yatırılıp 
ilk müdahale yapılıncaya kadar bekletiliyor,
yetersiz kalan personel yerine, 
hastaları yukarı sevk edilen servise, 
aileleri çıkartıyordu. 
Onca kazazede içinde başında kimsesi olmayan
 ama durumu da oldukça ağır 
15–17 yaş arası bir genç vardı, 
gerekli müdahalesi yapılmış, 
fakat sevk edildiği beyin cerrahi hekimi 
henüz görev yerine gelmediği için orada bekletiliyordu. 
Kendime ait serum ve tedavileri uyguladıktan sonra 
o çocuğun başına giderek ilgilenmeye çalıştım, 
şuuru yerindeydi,konuştuklarımı anlıyor 
fakat cevap veremiyordu. 
Son anlarını yaşadığını görüyor 
ve yalnız olduğu için
korkunç derecede üzülüyordum. 
Onu orada yalnız bırakamıyordum. 
Zaten ben onunla ilgilenirken acil servis boşalmış, 
tüm hastalar gerekli servislere dağıtılmıştı. 
Ellerimi sımsıkı tutuyordu, bırakma dercesine
 gözlerinden yaşlar süzüldükçe 
kendimi ben de tutamaz hale gelmiştim,
 eğildim yanaklarından öptüm. 
"Bırakmayacağım seni sakin ol, 
üzülme sakın" diyordum,
hiç tanımadığım, 
daha önce hiç görmediğim bu insana
anlatılmaz bir yakınlık hissediyor, 
sanki onun acısının aynısını çekiyordum. 
Çok acı çekiyordu, 
hem yalnızlığından hem de geçirmiş olduğu beyin travmasından. 
Ne kadar süre daha onunla kaldığımı hatırlamıyorum. 
Avucumu bırakmasıyla kendime geldim. 
O artık aramızda değildi, 
bu dünyayı terk etmişti 
ve ben gelmeyen doktoru suçluyor
 içimden lanetler yağdırıyordum. 
Derken beyin cerrahı hekim gelmişti.
 Hastanın, 
daha doğrusu ex (ölmüş) gencin üzerindeki çarşafı almamı söyledi. 
Çarşafı kaldırdığımda 
doktorun hiç bir şey söyleme fırsatı olmadan 
yere düştüğünü gördüm. 
Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
 Yemekli bir davetten gelmişti. 
Acaba çok mu sarhoştu 
ya da kalp krizi mi geçiriyordu diye düşünürken 
diğer hekim arkadaşları olaya müdahale etmişlerdi bile. 
Ölen o gencecik insanin babasıydı bu doktor
 ve kendi evladının tedavisi için çok geç kalmıştı ne yazık ki. 
Kötü günde oğlunun acısıyla felç geçirmiş 
ve görevine yeniden dönememişti.
Seni yeniden andım KEREM 
ruhun şad olsun. 
Hayattaki bir saatlik dost
 bana yıllardır yaşattığın tecrübeyle dost kalan dost. 
1986
MUTLAKA 2-3 ayda bir bu yazıyı okurum ben. 
Size de tavsiye ediyorum.
Dostluk her gün 2-3 kere telefonla konuşmak değildir...
Dostluk yapılması gereğine inanılan telefon görüşmeleri sırasında
diğer insanların dedikodusunu yaparak 
karşılıklı bir şeyler paylaşıldığını zannetmek değildir...
Dostluk; 
dost bildiğin kişinin en ince detaylarını bilme ihtiyacı 
ve gereği değildir... 
Dostluk; 
dost bildiğin kişinin 
senin en karışık detaylarını bilmesi gerektiği de değildir...
Dostluk; 
her hafta 3-5 kere görüşmek değildir...
1 ay, 1 sene, 5 sene seni aramayan, 
senin de aramadığın bir insanı
 birdenbire arayıp, 
dertleşmek, hatır sormak istersen 
ve o insan da seni geri çevirmez 
ve sanki daha az önce konuşmuşsun gibi 
kaldığınız yerden konuşmaya devam ederse 
ve daha da önemlisi 
bu 1 ay, 1 sene, 5 sene ayrılığa rağmen 
bu insanın başı gerçekten sıkıştığında 
yardımına koşacak ilk insanlardan biriysen 
ve aynı şekilde onun da öyle olduğunu biliyorsan 
EMIN OL Kİ O kişi senin DOSTUNDUR... 
Sen de O'nun...
" Her tür ilişki avuç içinde duran kum taneleri gibidir. 
Avucumuzu sıkmadan, gevşekçe tutarsak, 
kum taneleri kaymaz, durur. 
Avucumuzu kapatıp, 
sıkmaya başladığımız an 
kum taneleri parmaklarımızın arasından akmaya başlar. 
Bir kısmını tutmayı başarsanız da, 
çoğu akıp gider. 
İlişkiler de böyledir. 
Esneklik varsa, 
diğer insana saygı duyuluyor 
ve özgürlük tanınıyorsa ilişkiler bozulmaz. 
Ama diğer insanı
 çok bunaltırsanız ilişki de yavaş yavaş bozulur ve biter. 
Hayatta pek çok insanla karsılaşırsın 
ama sadece gerçek dostlar senin kalbinde bir iz bırakır."
GERÇEK DOSTLARINIZI BULUP HİÇ KAYBETMEMENIZ DİLEĞİYLE!!!
alıntı
(kaynak:mailler)

Hiç yorum yok: