Cumartesi, Temmuz 22, 2006

BULUNMAYACAK TEK ŞEY



BULUNMAYACAK TEK ŞEY
Ayakkabıcı,
yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken,
sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi.
Okullar kapanmak üzere olduğundan,
spor ayakkabılara rağbet fazlaydı.
Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama,
küçük bir dükkân için yeterliydi.
Onların en güzelini ön tarafa koyunca,
çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı.
Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı.
Hem de güçlükle...
Adam ona bir kez daha göz attı.
Üstündeki pantolonun sol kısmı,
dizinin alt kısmından sonra boştu.
Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.
Çocuğun baktığı ayakkabılar,
sanki onu kendinden geçirmişti.
Bir müddet öyle durdu.
Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda,
adam dükkândan dışarı fırlayıp:
"Küçüüük!" diye seslendi.
" Ayakkabı almayı düşündün mü?
Bu seneki modeller bir hârika!"
Çocuk, ona dönerek:
"Gerçekten çok güzeller!" diye tebessüm etti,
"Ama benim bir bacağım doğuştan eksik".
"Bence önemli değil!" diye atıldı adam.
"Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!
Kiminin eli eksik,kiminin de bacağı.
Kiminin de aklı veya vicdanı."
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu.
Adam ise konuşmayı sürdürdü:
-"Keşke vicdanımız eksik olacağına,
ayaklarımız eksik olsa idi."
Çocuğun kafası iyice karışmıştı.
Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
"Anlayamadım!. dedi.
Neden öyle olsun ki?"
-"Çok basit!" dedi, adam.
"Eğer yoksa, cennete giremeyiz.
Ama ayaklar yoksa, problem değil.
Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak.
Hâttâ sakat insanlar,
sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler..."
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti.
O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi.
Adam, vitrine işaret ederek:
-"Baktığın ayakkabı, sana yakışır!" dedi.
"Denemek ister misin?"
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
-"Üzerinde 30 lira yazıyor" dedi,
"Almam mümkün değil ki!"
-"İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!"
dedi adam,
"Bu durumda 20 liraya düşer.
Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder."
Çocuk biraz düşünüp:
-"Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!" dedi,
-"Amma yaptın ha!" diye güldü adam.
"Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım."
Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı.
Adam, devam ederek:
-"Üstelik de öğrencisin değil mi?" diye sordu.
-"İkiye gidiyorum!" diye atıldı çocuk,
"Üçe geçtim sayılır."
-"Tamam işte!" dedi adam.
"5 Lira da öğrenci indirimi yapsak,
geri kalır 5 lira.
O da zâten pazarlık payı olur.
Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!"
Ayakkabıcı,
çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi.
İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu.
Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı.
Bir tabure alıp döndükten sonra,
çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.
Ve çıkarttığı eskiyi göstererek-
"Benim satış işlemim bitti!" dedi,
"Sen de bana,bunu satsan memnun olurum."
-"Şaka mı yapıyorsunuz?" diye kekeledi çocuk,
"Onun tabanı delinmek üzere.
Eski bir ayakkabı, para eder mi?"
-"Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş..." dedi adam,
"Antika eşyalardan haberin yok her hâlde.
Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar.
Küçük çocuk,
art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi.
Mutlaka bir rûyada olmalıydı.
Hem de hayatındaki en güzel rûya.
Adamın,
heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı
kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra,
10 liralık banknotu geri vererek:-
"Bana göre 20 lira yeterli." dedi.
"İndirim mevsimini başlattınız ya!"
Adam onu kıramayıp parayı aldı.
Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu.
Eğer bütün mallarını bir günde satsa,
böyle bir mutluluğu bulamazdı.
Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu.
Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu.
Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
-"Babam haklıymış!" dedi.
"Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti."
Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir",

kaynak:bilinmiyor

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

24 SAAT

"İşlerim çok.
Başka hiçbir şeye bakamıyorum."
Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım.
Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar
"çok yoğun";
bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar
"çok yoğun";
benden başka herkes ama herkes çok yoğun.
"Aaa tabii; onun için konuşmak kolay.
Evde oturup yazıyor sadece.
Çalışmaktan haberi yok."
İstesem ben de "çok yoğun" olabilirim.
"Bugün şunu yetiştirmem lazım;
yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım,
birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var,
sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım..."
Hayatı boşvermek istedikten sonra
"yoğun" olmaktan kolay mazeret yok ki.
Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp,
dizi izleyip yaşayarak da"yoğun" olabilirsiniz.
"Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım."
E yapma.
"Ay seni arayacaktım,
hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum>ki..."
Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti.
Yani "kafama uçan daire düştü,
hastanedeydim" deseniz daha inandırıcı olur.
Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez.
En azından yemek yemek, uyumak
ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir.
Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla
en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi?
Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak
"çok çalışıyorum"u kesinlikle kabul etmiyorum.
Eğer biriyle aylarca görüşmüyor
ve "işlerim var, ondan" diyorsanız,
bunun iki anlamı vardır:
a) Ben aynı anda iki işi yapamam.
Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam.
Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem.
Hayatım allak bullaktır.
Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b) Seninle görüşmek istemiyorum.
c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum.
Bu mazerete gerçekten inanmışım.
Kimi kandırıyorum ki?
(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.)
Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz.
Çünkü biriyle görüşmek isterseniz,
mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar üst üste birkaç kişiyle
bu "çok çalışıyorum da;
başka bir şeye bakamıyorum"
muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım.
Bir insandan örnek vereceğim.
Şu an için kendimi örnek veremem
çünkü "evde çalışan yazar" olduğum için
kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok.
Neyse canım, bana ne?
Ben yazıyor muyum? Yazıyorum.
Paramı alıyor muyum?Alıyorum.
Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor.
Ama şunu da belirtmem gerek.
Öğrencilik hayatım boyunca
hiçbir zaman derslerin, sınavların,çalışmaların,
zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim.
Benim için okul her zaman ikinci plandaydı.
Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa,
yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim
ve filmi izledim;
canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce
gezmek istediyse çıkıp gezdim;
ders çalışmayı planladığım gece
bir arkadaşım "haydi sinemaya gidelim"
dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim.
Çünkü benim için"sevdiğim insanlar"
ve "kendime vakit ayırdığım hayatım"
herşeyden önemliydi.
Hayatımda hiç kimseyi
"çalışmam gerek" diye geri çevirmedim.
Bir arkadaşa
"hayır, eve gideceğim" dediysem,
bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı.
En önemli işin başında da olsam,
bir dostum
"seninle konuşmaya ihtiyacım var"
dediğinde ben tüm işleri bırakırım.
Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz",
kıskançlıklarla
ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.
Elbette boş boş oturun demiyorum.
Çünkü hayat aynı şekilde,
boş boş oturulmayacak kadar da değerli.
Ama iş dediğiniz şey,
sevdiklerinizle, kendinizle,
hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa,
inanın bunda büyük bir terslik vardır.
Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan
ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar
işlerine gömülmeyi
kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii.
Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.
Neyse, geçeyim örnek kişime:
Ben ortaokul hayatım boyunca Soma\'da yaşadım.
(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...)
Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası.
(Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.)
Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı.
(Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.)
Yani haftanın beş günü,
ciddi anlamda "sabahın körü" diyebileceğiniz bir saatte
işinin başında olmalıydı.
Bu durumda erkenden yattığını
ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz,
değil mi?
En azından
benim hayatımdaki "yoğun insanlar" için
bu çalışma tarzı
"işe git, eve gel,yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu"
düzenini gerektiriyor.
Ve hafta sonları da
"hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum"
diye evde yatarak geçirilirdi.
Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden
bunlara laf da söylenmezdi.
Çünkü "çok çalışıyorum, görmüyor musun?"
demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi.
Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?
Büyük harflerle cevap veriyorum:
HAYIR, ASLA...
Akşam eve döndüğünde sosyal"
topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi.
Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi.
Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini
sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi.
Hemen hemen her hafta sonu mutlaka
ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik.
Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim.
Haftanın her günü sabah altıda işte olan
ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam,
(bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba)
evlilik yıldönümünde karısını Soma'ya
iki saat uzaklıkta olan İzmir'e götürdü.
Hayır, hafta sonu değil.
BÜTÜN GÜN
çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler
ve gece yarısını geçe döndüler.
Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!
Hiç kimse bana hiçbir şey için
"çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan"
gibi bir mazeret sunmasın.
Ben inanmıyorum.
Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir.
Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir.
Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum.
Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim.
Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok.
Vakit ayırmak istersen,
istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin.
Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş
ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de
bir demet sunmak istiyorum.
Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek.
"İşim var, vaktim yok"
diye saçmalamaya
ve daha da korkuncu
bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak
acilen okuyup kendimize geliriz:
-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız,
bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir.
(Bertrand Russell)
-İşini her şeyden önemli sayarak günde sekiz saat çalışan,
sonunda çalıştığı yerin başına geçer
ve günde aynı hızla yirmi dört saat çalışmaya",mahkum olur .
(Robert Frost)
-Mutluluğun formülü,
gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.
(Edward Newton)
-Bitap bırakan günlük yaşam,
ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir.
(Anton Çehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa,
ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir.
(L. P.Smith)
-Kalitenizin ölçüsü,
boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.
Medeniyetlerin kalitesi de
insanlara sağladığı boş zaman
ve bunun kalitesi ile ölçülür.
(Irwin Edman)
-Babam bana çalışmayı,
fakat işin esiri olmamayı öğretti.
Şimdi okumanın,
hikaye anlatmanın,
şakalaşmanın,
konuşmanın ve gülmenin iş kadar;
hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum.
(Abraham Lincoln)
-Boş zamanı iyi değerlendirmek,
çok ciddi bir sorumluluktur.
(William>Russell)
VE BENİM FAVORİM:
"Yeterli zamanım yok deme.
Büyük insanların da günleri 24 saattir..."
Can Dündar
TEŞEKKÜRLER CAN DÜNDAR
UMARIM ÇOK KİŞİ BU YAZIYI OKUR DA DERS ALIR.

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

YAŞAM

Bir yerlerde tıkanıp kaldıysa hayat,
soluk almak güçleştiğinde,
Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,
Dağlara dönmeli yüzünü insan.
Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;
Yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak....
Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa,
Gerçekleştirmeyi denemeli!
Her geçen gece,
ölüme bir gün daha yaklaştığını zamanın bir nehir,
Kendisinin bir sal olup da,
O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.
Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,
Her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,
Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;
Küçük şeylerle başlamalı belki;
örneğin, bir kaç durak önce inip servisten, otobüsten;
yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;
Gördüğünü hissedebilmeli!
Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,
Değerli olabilmeli hayat!
İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!
Başkasının yerine koyabilmeli kendini;
Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!
Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!
Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı;
Sevgisiz, soysuz kalarak!
Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,
Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...
Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...
Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda;
Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!
Bir çocuğun ilk adımlarında umudu;
bir gencin düşlerinde geleceği;
Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli!
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi,
mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli!
Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı;
Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için;
kaçırmamalı!
Çünkü hiç düşmemişsen,
el vermezsin kimseye kalkması için,
hiç çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin;
ağlamayı bilmiyorsan,neşesizdir kahkahaların;
Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...
Ne, herkesi düşünmekten kendini,
ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!
Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın;
hep vermek ya da hep almak için...
Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,
Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!
Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...
Hafızası olmalı insanın;
hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!
Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak!
Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!
Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;
Ama kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;
Zaman bulabilsin;
Bir teşekkür, bir elveda için...
Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer;
Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;
Ama herkesi sevemeyeceğini de
her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!
Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...
Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...!
Can Dündar

Cuma, Temmuz 07, 2006

ÖĞÜT ALMANIN YAŞI YOK


Öğüt almasını bilene (yani o gücü kendisinde bulana)öğütler...
Biri sana sarıldığında önce onun kollarını gevşetmesini bekle....
Kendini değiştirebilme gücünü hafife alma,
başkalarını değiştirebilme gücünü de çok fazla güvenme...
Zarif ol, kimseyi bile bile kendinden soğutma...
İşi ne kadar önemsiz olursa olsun,
ekmek parası için çalışan herkese saygı duy...
İnsanlara üçüncü bir şans verme,
bırak ikide kalsınlar....
Herkesin önünde öv ama eleştirilerini bir kenara çekerek söyle...
Asıl savaşı kazanmak için küçük bir çarpışmayı yitirmeyi göze al...
Köprülerini atma, aynı nehri kaç kez daha geçmek zorunda kalacağına şaşıracaksın.
Yeterli zamanım yok deme, büyük insanlarin da günleri 24 saattir...
Bilmiyorum demekten çekinme...
Sevgiline önce çiçeği yolla, nedenini sonra bul...
Başucunda kağıt kalem bulundur...
Milyarlık fikirler bazen sabaha karşı saat 3'te gelir...
Çok çalışarak elde ettiğin bir şeyin zevkini çıkarmaya da zaman ayır...
Yılda en az bir kez güneşin doğuşunu seyret....
İlk önce sen "Merhaba" de....
Herhangi bir konuda öğretmenlik yap,
herhangi bir konuda öğrenci de ol...
Hiç kimseden asla umut kesme,
mucizeler her gün oluyor...
Hayat arkadaşını cok dikkatli seç,
mutluluğun ya da bedbahtligin %91'i bu karara bağlıdır.
İş ve aile ilişkilerinde en önemli şeyin
GÜVEN olduğunu aklından çıkarma...
Asla birilerinin umudunu kırma,
belki de sahip olduklari tek şey o'dur....
Yeterli paranın olmamasını asla dert etme,
sinirli olanaklar bazen bir lütuftur
çünkü yaratıcılığı başka hiçbir şey bu kadar teşvik edemez...
Atak ve Cesur ol, bir gün geriye dönüp baktığında
yaptıklarından çok yapmadıkların için pişmanlık duyacaksın...
İnsanlara verdiğin nasihatin tersi davranışlarda bulunma....
Hatalarını kabul et...
Zekanı eğlendirmek için kullan,
başkaları ile eğlenmeye değil...
Sağlıklı olmanın değerini bil...
Sarhoşken kimseye görünme...
Çocuklarla oyun oynadığında bırak kazansınlar...
Eski hatalarına hayıflanmakla zaman kaybetme,
onlardan ders al ve arkana bakma...
Gelenek ve göreneklerine saygılı ol...
sevdiklerini esirge...
Herşeyi bulduğundan daha iyi bırak...
Gerektiğinde fazla verici olma,
zaman zaman hayır demesini öğren...
Yanlız başlamasını bil....
Değer yargılaıinla çelişmeyecek bir meslek seç...
Alçak gönüllü ol, sen gelirken onlar gidiyordu...
Mükemmeli ara, kusursuzu değil...
Açık, esnek ve mantıklı ol...
Tanıştığın herkes senin bilmediğin birşeyler biliyordur,
onlardan öğren...
Hayatın her zaman adil olmasını bekleme....
Şükret...
Not : Tamam belki bire bir uygulanabilirlik acısından zor gözüküyor
ama olması gereken bu...
neden mi?..
bunlarıokurken en ufak birşey hissettiyseniz...
bu nedeni söylememe gerek yok...
kaynak:bana gelen mailler

Perşembe, Temmuz 06, 2006

DOĞUM GÜNÜM

Her günün bitiminde birşeyler öğreniyorsan,
ömrün sana
vazgeçilmez dostlar kazandırıyorsa
sabaha gülerek açabiliyorsan gözlerini,
büyüdüğüne üzülme!
Mutlak göçe bir adım daha yaklaşmışsın.
Olsun ne önemi var?
Geride kalacaklara
baktıklarında gülümseyebilecekleri,
seni sevgiyle yad edebilecekleri
bir eser bırakabilmişsen
ve yüzündeki gülüşü
doyasıya yaşayabilmişsen
büyüdüğüne üzülme!
Bırak,günler sende iz bıraksın.
Yeter ki;yarın dünü aratmasın.
AYDIN ŞAHİN

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

GÜNE MUTLU BAŞLAMAK

Güne mutlu başlamanın sırları!
Güne bir türlü mutlu başlayamıyor musunuz? Oysa güne daha iyi başlamak
elinizde. Ki bir gün nasıl başlarsa öyle gider! Uzmanların bu alandaki
önerilerine kulak kabartmak lazım. İşte size bir güne güçlü ve moralle
başlamak için ipuçları:
Güne nasıl başlarsanız bütün gününüz öyle geçecektir. o yüzden günü
moralle başlamak çok önemlidir. Bir çok insan homur homur yataktan kalkara
ve bütün gün de o homurtularıyla kendisini olduğu kadar çevresini de
rahatsız eder.. Yatakta gözünüzü açtığınız andan itibaren günü
yapılandırmak sizin elinizde. Mutlu, başarılı, insan ilişkilerinde
doyurucu bir güne merhaba demek için bazı yöntemleri yaşama geçirmeniz
gerekiyor. İşte mutlu bir gün için size bazı önemli "sır"lar..
Sabah henüz yataktan kalkmadan (uyandığınız an) dudaklarınıza bir
gülümseme gönderin..
Her gün kendiniz için olumlu onaylamalarla uyanmayı alışkanlık haline
getirmeye gayret gösterin. Örneğin şöyle söyleyebilirsiniz: "Bugünüm aydın
olsun. Bugün evrenin bana vereceği tüm güzel mucizeleri kabul ediyorum."
Pencerenin önüne gelin ve dışarıya ( doğaya bakarak ) nefes alıp vermeye
başlayın. Bu "Nefes egzersizleri"ni, nefesinizi izleyerek
gerçekleştirin.. Bunu birkaç kez tekrarlayın..
Sabahleyin eğer kendinizi çok ağır ve hareket edemeyecek kadar yorgun
hissediyorsanız mutlaka egzersizle başlayın güne. Ya da enerjinizi
sağlamak için bol vitaminli bir kahvaltı hazırlayın. Güne enerjik
başlarsanız bütün gün öyle geçer. Bunu için şu sözü aklınızdan geçirin :
"Hiç kimse içindeki coşkuyu kaybetmiş bir insan kadar yaşlı olamaz!"
Beş veya on dakika denizi ya da yeşil bir alanı seyredin. Bu ortamda
varlığınızı fark edin. Sahip olduklarınız için evrene (örneğin sevdiğiniz
işte çalıştığınız için ya da sağlıklı olduğunuzdan dolayı) teşekkür edin..
Her şeyle ama her şeyle bağ kurmaya çalışın; çiçekle, ağaçla,
hayvanlarla, cansız varlıklarla... Onlarla aranızdaki bağ günü mutlu
geçirmeniz için size enerji sağlayacaktır. Örneğin işe giderken yolunuzun
kenarındaki çiçekleri mutlaka "görün". Varlıklarından dolayı mutlu
olduğunuzu düşünün. Çiçeklerle kurulan bağ çok önemlidir. Yaşam bize
bizim ona sunduğumuz kadar artı (+) veya eksi (-) frekans sunar.
Her gün birisi ya da bir şey için, iyi olduğuna inandığınız bir davranışta
bulunun. (Örneğin "Seni seviyorum" deyin ya da ona çiçek alın. İhtiyacı
olan birine iyilik yapın) Ancak asla "Ben yaptım", "ben gittim", "ben
hallettim" gibi sözleri kullanmayın..
Sabahleyin evde ve işte karşılaştığınız insanlara gülümsemeye çalışın. Bu
sizin için zorsa kendinizi zorlayın. Çünkü bedenin de buna ihtiyacı var.
Gülümsediğiniz zaman kendinizi daha iyi hissedeceğinizi biliyor musunuz?
(ancak gülümsemenize canlılık katın, gözlerinizle de gülümsemeye çalışın)
Bunun aksine kaşlarınızı çattığınız zaman da olumsuz duygularla örülü bir
çemberin bedeninizi saracağını....
Miş gibi oyununu oynayın ve "Bugün mutluyum" deyin. Mutluymuş gibi
davranırsanız mutlu olmanızı sağlayacak ruhsal durumu davet eder ve bunun
sonunda gerçekten mutlu olursunuz.
Okuduğunuz gazeteyi düşünün. Olumsuz haberlere içiniz kararmıyor mu? Sabah
ilk karşılaştığınız insanlara yönelik olarak kendinizle ilgili "olumlu
haberler " yayınlayın! Unutmayın, işyerinizde ve çevrenizdeki insanlar bu
haberlere” göre sizin hakkınızda fikir sahibi olacaktır. Örneğin
"Bugün kendimi harika hissediyorum" deyin. Her firsatta bunu tekrarlayın.
Kendinizi gerçekten iyi hissetmeye başladığınızı göreceksiniz.
O günün kötü geçeceğine dair bir düşünce zihninizde belirdiyse bunu derhal
uzaklaştırın düşüncelerinizden. Örneğin "İşe gidiyorum yine, müdürümün o
berbat yüzünü göreceğim yine" diye düşünmek yerine, "İyi ki bir işim var,
sorunlarımı paylaşacağım bir iş arkadaşına sahibim" diye düşünün.
(Uzmanlar, bu tür olumlu sözlerin yolda yürürken ya da gün boyunca dönem
dönem tekrarlanmasını öneriyorlar.)
İşinizde veya çevrenizdeki insanlara daha farklı bakmayı deneyin. Örneğin
insanlara "değer katma"yı düşündünüz mü? "Yardımcılarımın değerine değer
katmak için ne yapabilirim?" diye kafa yorun. Onların daha verimli
olmalarını sağlamak için ne yapabileceğinizi düşünün. Unutmayın bir
insanın iyi yanını ortaya çıkarmak için önce onun en iyi yanını
hayalinizde canlandırmaya çalışın,
Eğer zorlu bir günü başlayacaksanız (Önemli toplantı, sınav veya konuk
ağırlama gibi) hayal gücünüzü devreye sokun. İmgelemeniz, bedeninizin
davranışlarını inanılmaz ölçüde belirler. Kendinizi zihninizin gözüyle
resmedin. Örneğin o gün, nasıl olmak ve nasıl görünmek istiyorsanız öyle..
“Güçlü, güvenli ve dinlenmiş vs”.. Bu olumlu imgenizin nasıl
eksiksiz gerçekleştiğine siz bile inanamayacaksınız. Eğer günlük işleri
iyi gidiyormuş gibi zihnimizde canlandırırsak işler inanın ki iyi
gidecektir!
Kendinizi sevmiyorsanız o gününüz iyi geçmeyecektir. Kendinizden nefret
etmekten vazgeçin. Kendinizi küçük görmeyi bırakın. Kollarınız kendinize
dolayıp, " Herşeyin güzel,. saçlarını dökülüyor olabilir, ama sahip
olduğum tek şey sensin" deyin. İnsan zayıf yanlarıyla da insandır.
Güçsüzlüklerinizle barış yaptığınız zaman her şey daha kolaylaşacaktır.

Salı, Temmuz 04, 2006

ARİ DO ME SHİ KA


ARİ DO ME SHİ KA
ARİ KU TO FU DO SHİ
Ne yazdığımı merak mı ettiniz?
Bir söylentiye göre adımın Japonca söylenişiymiş.
Umarım doğrudur.
Doğru olduğunu düşünerek buraya yazdım.
Şimdi bugün yazmak istediğim konuyu yazıyorum.
Keyifle okuyacağınızı tahmin ediyorum.
SEVGİYİ GÖREBİLMEK
Restoranda bizden başka çocuklu aile yoktu.
Eric'i çocuklar için özel olarak yapılmış
yüksek sandalyeye oturturken
restoranın ne kadar sessiz olduğunu farkettim.
Herkes sessizce yemeğini yiyordu.
Eric birden tombik bebek ellerini havaya kaldırarak
ellerini sallamaya başladı
ve
yüzünde gülücüklerle bağırdı:
"Meyhabaaaa"
Yüzünde gülücüklerle,
mutluluk içinde el sallıyor
ve
sesinin çıktığı kadar bağırıyordu:
"Meyhabaaaaa"
Onu bu kadar mutlu eden,
el salladığı kişiyi görmek için arkamı döndüm.
Kapının yakınında oturan,
üstünde eski,yırtık,kirli bir palto,
ayak parmakları yırtık ayakkabılarından dışarı fırlamış,
saçları günlerdir taranmamış ve yıkanmamış,
yaşlı bir adamdı Eric'in el salladığı kişi..
Kokusunu duyamayacak kadar
ondan uzakta oturuyorduk
ama çok pis koktuğundan da emindim.
Adam Eric'e el sallarken
restoranda başka kimse yokmuşçasına seslendi Eric'e:
"Merhabaaaa bebek,
merhaba koca oğlan,
evet seni görüyorum."
Eşimle birbirimize baktık.
"Ne yapabiliriz?"
Eric el sallamaya devam ederek adama seslendi.
"MeyhabaaaaRestorandaki herkes
bize ve yaşlı adama baktı.
Yaşlı serseri bizim güzel bebeğimizle
uzaktan konuşmaya ,
ona el sallamaya devam ediyordu.
Nihayet yemeğimiz geldi
ve aceleyle yemeğe başladık.
Adam uzaktan Eric'e
"Heyy,yemeğini beğendin mi bebek?"
diye bağırıyordu.
Diğer müşterilerin bakışlarından
adamın hareketlerini şirin bulduklarını sanmıyordum.
Büyük olasılıkla sarhoşun tekiydi
ve kendince eğleniyordu.
Sessizce yemeğimizi bitirdikten sonra eşim:
"sen arabaya git,
ben hesabı ödedikten sonra gelirim."dedi.
Kapıya doğru yürürken içimden dua ediyordum:
"Tanrım,
ne olur şimdi kalkıp bize birşey söylemesin bu pis serseri."
Tam adamın yanından geçerken adam ayağa kalktı
ve
Eric ona kollarını açarak
"beni kucağına al"
dercesine uzandı.
Durdurmaya vakit bulamadan
kollarımdan adamın kollarına atladığını gördüm.
Birden
yaşlı,pis kokan adamla,
benim tertemiz,güzel bebeğim
birbirlerine sarılıp
bir sevgi yumağı oluşturdular.
Eric adamın kollarında çok mutluydu
ve kendini güvende hissettiğini gösterircesine
sevgiyle başını adamın omzuna yasladı.
Adam gözlerini kapatarak,
iri,nasırlaşmış elleriyle incitmemeye özen göstererek,
Eric'in başını okşadı....
O anda gözlerinden aşağı süzülen gözyaşlarını farkettim.
Restorandaki herkes sessizce bizi izliyordu.
Sonra Eric'i kucağıma uzatırken:
"Lütfen,bu bebeğe çok iyi bakın bayan."dedi.
Farkında olmadan"bakarım"sözcüğü çıktı ağzımdan.
Sonra ellerini uzatarak:
"Tanrı sizinle olsun bayan,
çok teşekkür edrim,
bana şu ana kadar aldığın en güzel noel hediyesini verdini."
dedi.
İçtenlikle sıktım adamın elini
ve
"Ben teşekkür edrim."dedim.
Arabaya doğru giderken
hem ağlıyor,
hem de"Tanrım beni bağışla lütfen."diyordum.
Ben adamın yalnızca giysilerini ve
dış görünümünü görürken
benim üç yaşındaki bebeğim
adamın sevgi dolu ruhunu görebilmişti.
kynk:?
Şimdi bu yazımın üzerine yorumlarınız gelecektir.
Evet bu yazıya rağmen
şu devirde
siz tanımadığınız birilerine bebeğinizi vermeyin
derim ben.

Cumartesi, Temmuz 01, 2006


Acelesi olduğunu
onu görür görmez anlamıştım.
Sağanak halinde yağan yağmura aldırış etmiyor,
ezilmiş haline rağmen
sağa sola koşuyordu.
Yanına sokularak:
"Hayrola teyzeciğim"
dedim.
"Bir derdiniz mi var?"
Sıcak bir tebessümle:
"Buraların yabancısıyım evladım.
Hastane tarafına gidecek bir araba arıyorum."
dedi.
"Biraz beklersen
aynı dolmuşa binebiliriz."
dedim.
"Oraya geldiğimizde haber veririm."
Teşekkür ederek yanıma yaklaştı
ve
küçük bir çocuk gibi
şemsiyenin altına girdi.
Nurlu yüzü
yağmur damlacıklarıyla ıslanmış
ve
yanakları pembe pembe olmuştu.
"Torunlarımdan biri menenjit geçirdi."
diye devam etti.
"Ziyaret saati bitmeden uğramak istemiştim."
"20 dakikanız var."
dedim.
"Hastane yakın ama
bu havada pek araba bulunmuyor."
Durağa herkesten önce geldiğimiz için
dolmuşa rahatça bineceğimizi sanıyordum.
Ancak araba yanaştığında
arkamızda duran 4-5 kişinin
bir anda hücum ettiğini gördüm.
İçeriye doluşan
ve
arkadaş oldukları
her hallerinden belli olan adamlara :
"Önce biz gelmiştik.
Sırayı bozmaya hakkınız var mı?"
dedim
Ön koltukta oturanı:
"Hak istiyorsan,
Hakkari'ye gideceksin arkadaşım."
dedi.
"Hem oradaki haklardan
KDV de alınmıyormuş."
Bu laf üzerine
attıkları kahkahadan
bindikleri araba sallanmış,
sinirlerim allak bullak olmuştu.
Sakinleşmeye çalışarak:
"Ben biraz daha bekleyebilirim."
dedim.
"Ama şu ihtiyar teyzenin
hastaneye yetişmesi gerekiyor."
Bu defa şoför lafa karışarak:
"Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim."
dedi.
"Okuyup üfledimi hastaneye uçuverir."
Tekrar kopan kahkahalarla birlikte
araba uzaklaşıp gitti.
Yaşlı teyzeye baktım
tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen bir başka dolmuşa
onunla beraber bindim
ve
şoföre teyzeyi hastanede indirmesini söyledim.
Yaşlı kadın,
yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen
şikayet etmiyordu.
Üstelik trafik te yarı yolda tıkanıp kalmıştı.
Şoför:
"Yolun bu durumu hayra alamet değil.
Sebebini anlasam iyi olacak."
Arabayı çalışır vaziyette bırakıp
ileri doğru yürüdü
ve
biraz sonra döndüğünde:
"Kısmete bak yahu."
dedi.
"Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış."
Heyecanla:
"Birşey olmuş mu?
Yani yaralı falan var mı?"
diye sordum.
"Dolmuşta bulunanları,
teyzenin gideceği hastaneye kaldırmışlar."
Göz ucuyla yaşlı kadına baktım.
Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor
ve
sanki onlar için dua ediyordu.
Şoför koltuğa yavaşça otururken:
"Kısmet işte."
diye tekrarlayıp duruyordu.
"Sen kalk koca bir kamyonla çarpış.
Hem de Türkiye'nin öbür ucundan
Hakkari
plakalı kamyonla."
BİRBİRİMİZİN ÜZERİNDE DEĞİL;
YANYANA,
OMUZ OMUZA
ve
YAŞAMDAKİ HER TADI
ANLAYIŞ İLE
SAYGI İLE
PAYLAŞMALIYIZ.
kaynak:????