Perşembe, Ağustos 31, 2006

BİR YÖNETİM NE ZAMAN ÇÖKER?


Kanuni Sultan Süleyman,
en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayal eder;
günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer;
çökmeye yüz tutar mı?diye derin derin düşünmeye başlar.
Bu gibi soruları çoğu zaman,
süt kardeşi,meşhur alim Yahya Efendi'ye sorduğundan,
bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu,
keşfine inandığı Yahya Efendi'ye gönderir.
"Sen ilahi sırlara vakıfsın.
Kerem eyle de bizi aydınlat.
Bir devlet hangi halde çöker?
Osmanoğullarının akıbeti nasıl olur?
Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?"
şeklinde mektubunu gönderir.
Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi'nin cevabı
bir bakıma çok kısa,
bir bakıma içinden çıkılmaz hal alır.
"NEMELAZIM BE SULTANIM!"
Topkapı Sarayı'nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan,
bir mana veremez.
Yahya Efendi gibi bir zatın
böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez.
Söylenmeye başlar.
"Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?"
Nihayet kalkar,
Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki dergahına gelir....
Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
"Ağabey ne olur mektubuma cevap ver.
Bizi geçiştirme,soruyu ciddiye al!"
Yahya Efendi duraklar:
"Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi?
Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm
ve
kanaatimi de açıkça arz etmiştim."
"İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım.
Sadece nemelazım be sultanım demişsiniz.
Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.
Yahya Efendi bu cevaptan sonra
şu akıl almaz açıklamasını yapar.
"Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa,
haksızlık şayi olsa,
işitenler de nemelazım deyip uzaklaşsalar,
sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese,
bilenler bunu söylemeyip sussa,gizleseler,
fakirlerin,muhtaçların,kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da
bunu da taşlardan başkası işitmese,
işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır,
halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayişe itaat hissi gider,
halkta hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihal de böylece mukadder hale gelir...."
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca sultan,
söyleneni başını sallayarak tasdik eder,
sonra da kendisini böyle ikaz eden bir alime
memleketinin sahip olduğu için
Allah'a şükreder,
bu türlü ikazlardan geri kalmaması için
tembihte bulunarak oradan ayrılır....
(Mektup,bugün Topkapı'da sergi halindedir.)
bugün mailime geldi
ben çok beğendim
umarım siz de beğenirsiniz

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

UMUT DÜŞÜNCENİN SALTANATIDIR

Umut,daha büyük bir hedef,
daha büyük bir duyarlılık,
daha büyük bir beklenti
ve daha büyük bir akılcılık yönünde istenen değişim isteğidir.
İnsanın geçmişi kayıplarla,
geleceği umutlarla doludur.
Umut oldum olası dilek,
istek ve beklentilerle karıştırılmıştır.
Bu dilek,istek ve beklentiler
umut olarak kabul edilseydi;
daha iyi bir araba,
daha iyi bir ev,
daha iyi bir banka cüzdanı,
daha iyi giyim kuşam sahibi olanlar
umut dolu kişiler mi olacaktı?
Bunlar olsa olsa daha fazla tüketme
ve sahiplenme ihtirasına sahip kişiler olacaklardır.
Umudun tanımına mutlaka giren iki şey vardır:
Zaman ve gelecek.
Umut,
ne dündür ve ne de şimdidir.
O hep yarınlarla yaşamayı sever .
Zaten geleceğe bakış,
umudun hamurunda yatmaktadır.
Bu,
yarın ve gelecek beklentisi,
gün gelir
yaşamın bitmesiyle,
umudu,
ölümün ötesine bile taşır.
Asılmakta olan kişinin bile,
ip kopacaktır diye umudu vardır.
Umudun peşine takıla takıla
bir gün mezarlığın kapısını çalarız.
Diğer taraftan da umudunuzu kaybettiğiniz anda
cehenneminizi ölmeden de yaşamaya başlarsınız.
İnsan için,
yaşamı akışına bırakmak;
çabasız,amaçsız ve atılımsız duruma gelmek demektir.
Hiçbir zaman olamayacak bir şeyi ısrarla umut etmek,
insanı devamlı bir karamsarlığa sürükler.
Umut;
umut edilen şeyin,
olabilirliği oranında mutluluk kaynağı olur.
Umut;
büyük bir canlılık,
duyarlılık
ve
olumlu düşünce üretimiyle oluşan bir değişim isteğidir.
Umut;
yaşamaya,
yaşamı güzelleştirmeye eşlik eden bir ruhsal hareketliliktir.
Umut;
varlıklı bir kişi için belki,
yemeğin üstüne yediği bir tatlı olabilir.
Ancak yoksul için,
kuru bir ekmek parçasıdır da.
Dünya üzerinde çok sayıda insan,
umutlarını,
direnme güçlerini
ve
hatta inançlarını yitirip,
köleliklere
ve
bağımlılıklara sarılmak kolaylığına girmektedirler.
İnsan umudunun,
hatta inancının boşa çıkabileceği gerçeğinden
bu deneyimini yaşamazsa
bu duygularının nasıl daha güçlü
ve
bastırılamaz duruma geldiğini anlayabilir?
Ama bir çoğumuz,
korkusunu gizlemek için şarkı söyleyen insan örneği,
çıkardığı gürültülü ezgilerin içinde kaynayıp gidiyoruz.
Boynumuzu tutsaklığa uzatıveriyor,
kulun kulluğuna gönüllü olarak katılıveriyoruz....
Kısacası,
cesaretimiz yoksa,
umut etmeye de hakkımız yok.
Umudunu tümüyle kaybeden insan,
yaşamdan adeta kaçar,
yaşamı kökünden yok etmek ister.
Ardından da yaşamdan kırılan umut,
yıkıcılığa,şiddete,kine,nefrete dönüşür.
Artık yok etmek isteği,
yaşamın,
kendisinin ya da başkasının olduğu
onun için farketmez.
Oysa yaşanan gün nasıl olursa olsun,
beklenen gün her zaman daha güzeldir.
Çünkü insanın geçmişi hep kayıplarla,
geleceği de hep umutlarla doludur.
Ummak,
mutluluk merdiveninin ilk basamağıdır.
Çünkü umut,
yaşam binsının temel harcıdır.
İyice düşünün,karar verin.
İstediğiniz nedir?
Silik,beklentisiz,
havanın esişine,suyun akışına bırakılmış bir yaşam mı?
Ancak düşünen insanın umut etmeye hakkı vardır.
Umut bir yerde de
duyulan değişim isteğidir
ve
insanın yarınlarına borçlanmasıdır.
Unutmayın:
UMUT DÜŞÜNCENİN SALTANATIDIR
kaynak:bilinmiyor



Bu

Salı, Ağustos 29, 2006

ÜÇ TANE SARI GÜL


Süpermarkete alışveriş için girmemişteim aslında..
37 yıllık kocamı kaybedeli bir hafta olmuştu
ve
bu dükkanda onunla ne tatlı anılarımız vardı.
Rudy sarı gülleri çok sevdiğimi bilirdi.
İçim hem sevinç hem hüzünle doluydu.
Birkaç şey alıp sepete attım.
Tek kişi için alışveriş,
iki kişiye alırkenden daha çok düşündürüyor insanı.,
nedense..
Et reyonunun önünde bifteklere bakıp,
Rudy'nin bunlara nasıl bayıldığını hatırlarken
bir genç kadın geldi yanıma..
İnce,uzun,güzel bir sarışındı..
Bir kocaman pirzola paketi aldı,
sepetine attı..
Sonra durdu,düşündü,
pirzolaları sepetten çıkarıp,
tekrar rafa koydu..
Ona tebessüm ederek baktığımı farketti aynı anda..
"Kocam pirzolayı çok sever,
ama bu fiyatla da alamam ki..
Bilemiyorum.."
Dokunsalar ağlayacağım..
Mavi gözlerinin taa içine baktım.
"Kocam sekiz gün önce öldü."
dedim,
sesimin titremesini kontrola çalışarak..
"Alın bu pirzolaları
ve
birlikte olduğunuz her anın hazzını yaşayın.."
Başıyla evetledi..
Pirzolaları tekrar sepetine koydu ve yürüdü..
Ben de süt,peynir reyonuna gittim.
Şimdi artık hangi büyüklükte süt almalıyım,diye düşünürken,
bana doğru gelen yeşil elbiseye dikkat ettim.
Oydu..
Sarışın kadın..
Yüzünde o güne dek rastlamadığım kadar güzel
ve anlamlı bir tebessüm vardı..
Göz göze geldik..
"Bunları size aldım."dedi.
"Kasaya vardığınızda,parasının ödendiğini göreceklerdir.."
Uzandı,yanaklarımdan öptü ve..
Ve sepetime,
uzun saplı üç sarı gül bıraktı..
Ona ne yaptığını,
bu güllerin benim için ne mana ifade ettiğini söylemek istedim,
ama mümkün mü?..
Hıçkırıklara boğulur ve gözyaşlarım görmemi hızla engellerken,
uzaklaştığını hayal meyal seçtim..
Sepetimdeki sarı güllere baktım..
Hem de üç taneydiler..
Nerden biliyordu?
Birden anladım..
Bilmiyordu ki..
Dükkanda yalnız değildim..
Gözlerimde yaşlarla yukarı doğru baktım..
"Rudy.."dedim..
"Rudy,beni unutmadın,beni hala bırakmadın değil mi?.."
Rudy,gene benimle gelmişti alışverişe..
Bu kadın onun perisiydi..
"Ağlamak güzeldir..
Süzülürken yaşlar gözünden,
Sakın utanma.."
Aynen öyle..Geliyorsa içinizden aldırmayın..
Ben de öyküyü çevirirken ağladım zaten..
HATTA BEN DE BLOGA YAZARKEN AĞLAMAKLI OLDUM.
En iyi ağlamayı,en çok sevenler bilir!..
Tüm sevgililere bir gönül gülü de benden..
kaynak:yok

Perşembe, Ağustos 24, 2006

PAPATYA FALLARI

PAPATYA FALININ HİKAYESİ (Seviyor mu Sevmiyor mu?
Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında,
küçük bir tırtıl gözlerini hayata açmış.
Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş.
Bir süre sonra,yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup,bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.
Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya başlamış.
Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş.
Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken,
vadinin öbür ucunda bir papatya görmüş.
Bir anda afallamış.
Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememiş.
İçinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli,
hoş kokulu çiçeğin üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.
"Merhaba" demiş papatyaya,
"sizi uzaktan gördüm ve yanınıza gelmek istedim."
.Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar.
Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı,tepeleri anlatmış.
Papatya da ona kendinden bahsetmiş.
Birbirlerinden gerçekten hoşlanmışlar.
Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını seyretmişler.
Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş.
Minik kelebek papatyayı çok sevmiş.
O kadar çok sevmiş ki,bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş.
Ama cesaret edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü.
Onu kırmaktan,incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş.
Papatya da kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından,
bu yüzden kelebeği kaybedeceğinden korkmuş.
Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.
Böylece saatler saatleri kovalamış.
Günler geçip de, kelebek artık zamanı kalmadığını,
gücünün tükendiğini anlayınca,papatyaya dönmüş ve;
"Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek"demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş.
"Neden" demiş."Yoksa benim yanımda mutsuz musun?".
"Hayır" demiş kelebek.
"Bilakis,sen benim hayatıma anlam kattın.
Fakat biz kelebeklerin ömrü sadece üç gündür.
Ve ben de ömrümü tamamladım.
Artık kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."
Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını,
daha fazla tutunamayacağını fark ettiğinde,
son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak.
Papatya donakalmış.
Sadece "Bende..."diyebilmiş kelebeğin arkasından.
Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.
İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin acısına dayanamamış.
Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya,"seviyormuş" diye geçirmiş içinden.
İşte o günden beri,bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu,sevmiyor mu?"...

Salı, Ağustos 22, 2006

ÇALIŞAN KAZANIR

Babamın çok ilginç fikirleri vardır.
Biz on iki kardeşiz.
Babam her zaman on dört kişilik bir orduyu beslemenin
ne kadar zor olduğunu söyler.
Bir sabah kahvaltıda,
aileyi,
komiteler kurarak yönetmenin akıllıca olduğunu söyledi.
Sonra da planını açıkladı.
Ailenin bütün üyeleri,
yaşlarına
ve
özel ilgilerine göre kurulacak üç komiteden birinde görev alacaktı.
Satın alma komitesi,
yiyecekleri,üst başı,
ev eşyasını ve spor gerçlerini satın alıyordu.
İğneden ipliğe kadar her şey bulunan
büyük bir mağazadan alış veriş yapıyordu.
Böylece başka mağazalara
ve dükkanlara gitmek için yapılan yol masrafı azalıyordu.
Yararlı işler komitesi,
boş yere elektrik ve su kullananlardan para cezası kesiyordu.
Teftiş komitesi,
işlerin programa göre yapılıp yapılmadığını inceliyordu.
Harçlıklara,armağan ve cezalara da
kurul karar veriyordu.
Kurul ayrıca,
ek işler için gündeliği de onaylıyordu.
Lili sekiz yaşındaydı.
Uzun ve yüksek bir tahta perdeyi,
bir dolara boyması istendi.
-Lili çok küçük daha,
dedi annemiz.
O bu işi yapabilir mi?
Babamız gülümseyerek cevap verdi:
-Parnın değerini şimdiden bilmeli.
Üstüne aldığı bir işi başarmayı denemeli.
Bir çift paten almak için para biriktiren Lili de
bu işi yapmak istiyordu.
-Bir işe başlayınca bitirmek gerek.
Bunu unutma Lili,diye uyardı babam.
-Bitiririm baba.
Bitireceğime güvenim var.
Lili her gün okuldan sonra
ve hafta sonu tatillerinde çalışıyordu.
Bazı geceler yorgunluktan uyuyamıyordu.
Bu duruma çok üzülen babam da
onunla birlikte uyuyamıyordu.
Ancak Lili'nin üstüne aldığı işi başarma dileğini
engellememek için karışmıyordu.
Annemiz durmadan:
-Lili çok yoruldu.
diyordu.
-Az kaldı,diyordu babam.
Lili böylelikle paranın değerini öğrenmiş oluyor.
Bitirdiği işin ödülünü de görecek.
Lili,
işi bitirdiği zaman coşkuyla babamıza gelerek:
-Bitti baba.dedi.
Umarım ki beğenirsin.
Şimdi paramı ver.
Babam parayı verdi:
-Çok sevindim yavrum,dedi.
Bana belki kızdın,
ama gerçek olan birşe yvarsa
o da sizin iyiliğiniz için çalıştığımdır.
Eğer gidip yastığının altına bakarsan,
seni ne kadar sevdiğimi anlarsın.
Lili'nin yastığının altında
bir çift paten vardı.
kaynak:
Frank Gilberth
Gilberth Carey

Salı, Ağustos 15, 2006

GENÇLİK NEREYE GİDİYOR?

Can Dündar yazısı

Milliyet'in 3. sayfasında bir haber :

"12 yaşındaki kız internette tanıştığı adama kaçtı. "

Sayfayı çevirin:

Edirne'de sevişirken görüntülenen liseli kızın fotoğrafları...Ve günlerdir Mardin'den Sivas'a kadar Türkiye'nin dört bir yanından 12 -13 yaşında küçük kızlara tecavüz haberleri...

Madalyonun bir yüzünde ağzı salyalı sübyancılar var. Peki diğer yüzünde?...

Alttan alta inanılmaz bir " ergen ihtilali "yaşadığımızın farkında mısınız? Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğünüz ağır makyajlı,cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?

Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm.

Dinlediklerime inanamadım:

" 14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor " muş.

Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie ' nin fotoğrafıyla gelmiş ve " Bunun ki gibi dudak istiyorum " demiş.

18' lik bir lolita da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış.

" En büyük istekleri " neymiş biliyor musunuz?

Zara'nın ya da Diesel' in 34 bedenine sığmak...Bunun için yarışıyorlarmış: " Çünkü televizyonda gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım.

Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var.

Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar. "

Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir " patlama" olduğunu söylüyor:

"Ben de anneyim, 18'lik ' lipolu ' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum.

Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip; ' Dudağımızı şişir' diyenleri ' Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum. "

Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı:

"Genç nüfusta müthiş bir uyanma var " diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor :

Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17' den 11 - 12' ye geriledi.

Amerika'da10 yaşa kadar düştü. Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık...

Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri " psiko -

seksüel uyarımın artması "...Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması... Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor.

Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor. Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...

Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...

Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz:

İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki?

Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "

Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt " öğüdü verebiliriz ki?

Yasak çare değil... Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.

Bu toplum nereye gidiyor sizce........

CAN DÜNDAR

SUSMAK

Susarız…
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da
gereksiz ve
anlamsız buluruz…
Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve
sessiz bir
tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir
katılıştır
söylenenlere…
Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin
ortak değerleri
yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada
birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir
süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git
lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…
Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine
yaralanmışızdır ki
yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir
söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk
kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır
belki…Fark edilmesi ve
onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir
delil olarak kalır karşımızdaki için…
Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait
aleyhte
deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan
kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir
soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin
muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha
bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar
mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye
başladığı yerdir susmak…
Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır
yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir
ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez
hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu
yerdir suskunluğumuz…
Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli
gelmediği ve
hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve
kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup
duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta
konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve
siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve
sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının
ertelenmiş halidir susmak…
Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme
riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…
Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun
ayırdımında
olduğumuz bir gidişin…
Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran
bir kayıp,
yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir
yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından
emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir
yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir
şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş
gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve
beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek
susuştur yaşadığımız…
Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey
anlatır
yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi
hapseden sessiz bir eylemdir…
Esin ARDIÇ

Perşembe, Ağustos 10, 2006

MEVLANA

MEVLANA'NIN 7 ÖĞÜDÜ
-Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.
-Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
-Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
-Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
-Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
-Hoşgörülükte deniz gibi ol.
-YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN,
YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL!

Pazar, Ağustos 06, 2006

ÇOCUK YETİŞTİRMEK

SAĞLIKLI,MUTLU ve BAŞARILI ÇOCUKLAR YETİŞTİRMEK İÇİN
İstediğiniz gibi bir çocuk yetiştirmeniz
söylediklerinizden çok,
kurduğunuz ilişki biçimine bağlıdır.
Çocuğunuzun hayat yolunu çizemezsiniz,
ona ancak kendi yolunu çizebileceği bir harita verebilirsiniz.
Sevginin büyükten küçüğe,
saygının küçükten büyüğe yöneleceği
doğru değildir.
Büyüğün küçüğe gösterdiği saygı,
küçüğe saygılı olmayı öğretir.
Çocuğa saygı demek,
çocuğun bağımsız bir varlık olduğunu kabullenmektir.
Çocuğunuza vereceğiniz en değerli hediye
ilgi ve zamanınızdır.
Hoşgörü
karşımızdakini istediğimiz gibi olmaya zorlamak değil,
kendi istediği gibi olmasına olanak vermektir.
Anne-baba olmanın en zor tarafı,
bir şeyin nasıl doğru yapılacağını bildiği halde,
yanlış yapılmasına sabır göstermektir.
Çocuğunuza örnek vereceğinize,
ona örnek olun.
Çocuk,
anne-babanın
görülen birçok özelliğini aldığı gibi,
gözle görülmeyen özelliklerini de alır.
Çocuğunuz bağımsız bir birey olacaktır.
Onu sizin kişiliğinizin değerlendirileceği bir karne gibi görmekten vazgeçin.
Çocuğunuzun doğru davranmasını
uzaktan kumanda ile sağlayamazsınız.
"Ellerini yıka."
"Dişlerini fırçala."
"Odanı topla."demek yetmez.
Çocuğunuza hergün zaman ayırın.
Önemli olan ayırdığınız zamanın uzunluğu değil,
ayrılan süreyi onu mutlu edecek biçimde kullanmaktır.
Günümüzde birçok evde tv,
çocuk bakıcısı olarak kullanılmaktadır.
Çocukların eğitiminden tv değil,
anne-babalar sorumludur.
Çocuğunuza paranın değerini öğretin.
Her konudaki alım kararının
öncelikle ucuz-pahalılıkla değil,
alınacak nesnenin
bu paraya değer veya değmez oluşu ile olduğunu anlatın.
Çocuğunuzun yanlışlarını değil,
doğrularını yakalayın.
Eğitmek,
doğru tepki vermektir.
Önemli olan
çocuğunuzun kardeşine veya arkadaşlarına kıyasla ne kadar başarılı olduğu değil,
kendi yapabileceklerine kıyasla ne kadar başarılı olduğudur.
Çocuğunuzun başarılarını övün.
Ama överken aşırıya kaçmayın.
Samimiyetinizden şüpheye düşebilir.
Çocuğunuza çocuk gibi davranırsanız,
o da hep çocuk gibi kalır.
kaynak:psikolog dr.Acar Baltaş
ana-baba el kitabı